Hüseyin ÖZKAN
Çok Normal
Geçenlerde http://www.hurriyet.com.tr/egitim/28097402.asp sitesinde okuduğum ve genelde yazılarıma konu ettiğim içerik ile paralellik arz ettiğini düşündüğüm ve beğeni ile okuduğum bu yazıyı köşeme taşımak istiyorum. Sayın Prof. Dr. Ziya Selçuk Hocanın yazısını hiç değiştirmeden aşağıda siz değerli okuyucuların dikkatine ve beğenisine sunuyorum.
“Sokaktaki insanlara “normal misiniz?” diye bir soru yöneltilse, ihtimaldir ki içinde küçük bir şüpheyi ve daha çok gururu barındıran bir “elbette” cevabı gelecek. Normal olmak örtülü bir güven verir. Normal olmak için herkes gibi olmak yeterlidir oysa.
İnsanlar kendilerini normal hissetmediklerinde pek belli olsun istemezler. Normal görünmeyen birine “geçmiş olsun” denir. Normal olmayı olumlu bir özellik olarak değerlendiririz. Aslında normal olmak, “norm’a ve form’a uygun” olmaktır. Aynı zaman dilimindeki bazı normatif özellikleri taşımak yeterli normal olmak için. Aynı zaman dilimindeki tüm bireyler nevrotik olsa, nevroz normal sayılabilir.
Oysa asıl mesele, “doğal” olabilmek ve kalabilmek. Normal kavramı, yaşanılan çağa özgü dönemsel doğruları içerirken, doğal kavramı ezeli, ebedi ve tabii olan hakikatleri içerir. Tarihin farklı dönemlerinde “doğru budur” diyerek insanları çağın normuna zorlayanlar, söz konusu doğruların ne kadar normal olduğunu fark ederler. 100 yıl sonra bizim için “garip ama, o çağda öyle davranmak normaldi” diyecekler. Doğal olana saygı duymak ve onu aramak insanlığın bir ödeviyse eğer, daha az normal olmaya özen göstermemiz gerekecek.
Normal kavramının en çok istismar ettiği kavramlardan biri zekadır kanısındayım. Bazı testlerin ölçtüğü “şey”e zeka diyerek normal olduğunu gösteren çağdaş bilim, üstün zekaya sahip olanları a-normal yerine koyuyor. Testlerin ölçtüğü şeyin, zeka olmayıp, testlerin ölçtüğü şey olduğunu kabul ettiğimizde, zeka ve yetenek kavramlarını söylem, anlam ve amaç olarak yeniden ele almamız gerekiyor.
Çağdaş bilim, gerçeği parçalayarak anlayabildiği kısmı, gerçeğin kendisiymiş gibi sunmakta oldukça mahir. İnsan beyninin milyonlarca yıllık deneyimini düşündüğümüzde, beyin hakkında bildiklerimiz, galaksi kavramını yeni öğrenen bir çocuğun bu konudaki bilgiçliğinden öte geçmez. Bundan dolayı, insan beyni hiçbir çağda bu denli uzman istismarına uğramadı. Bu istismar bilimin banttan yayın yaptığı ülkemizde çok daha kesif yaşanıyor.
Zeka ve yetenek kavramlarının istismarı yaygınlaşıyor
Zeka ve yetenek kavramlarının kapitalizmin nesnesi haline geldiği günümüzde bu kavramların çocuk üzerinden istismarı giderek yaygınlaşıyor. Üstün zekalı “sanılan” çocuklara ve ailelerine yönelik ciddi bir tehdit söz konusu. Devlet, resmiyette eşitlik sağlayayım derken üstün yetenekli çocuklara hak ettikleri hizmeti vermeyip adaleti zedeliyor.
Resmiyette eşitliğin var olması adil olduğumuzu göstermez. Kaldı ki resmiyette eşitlik olsa bile erişimde eşitlik de oldukça önemli. Erişimde eşitlik sağlansa bile hizmetin kalitesi, sürdürülebilirliği ve öğrenme çıktılarının niteliği çok daha önemli. Bu bağlamda zeka ve yetenek kavramlarının yeniden çerçevelenerek daha makul bir anlayışın oluşturulması uzak görünüyor.
Mevcut işleyişteki aksaklıkların düzeltilmesi bile bir kazanç sayılabilir. Örneğin, özel eğitime muhtaç çocuklara ayrılan bütçenin sadece binde biri üstün yeteneklilere ayrılıyor. Çocuk Vakfı’nın defalarca gündeme getirip sağlam bir zemine oturtmaya çalıştığı bu konu, saman alevi gibi parlatılıp bırakılıyor. Çoğunlukla hiç ilgilenilmeyen üstün yetenekliler zaman zaman hamasi nutuklar vasıtasıyla vatan kurtaracak kahramanlar olarak öne çıkarılıyor.
Oysa bir ülkeyi kalkındıran, tüm fertlerin bütünsel gelişimidir. Sadece üstün yeteneklilerin değil, toplumun tamamının ortak katkısı arzu edilen kalkınmayı sağlar. Bu doğrultuda, normal zekayla üstün zekalıların sorunlarını çözmek zor olsa da, tahmin stratejileriyle her bireyin kendi potansiyelinde gelişimi ilkesel olarak değerlendirilebilir.
Gelişmiş ülkelerde çocuklar etiketlenmiyor
Peki gelişmiş denilen dünyada neler yapılıyor? Bu sorunun tek bir cevabı yok. Ancak, genel hatları içinde bizden çok farklılar. Yeteneğe hürmet, eşitlik değil adalet temelli politikalar, yerinde pozitif ayrımcılık başlıca özellikleri. Siyasi politikalarda yetenek kavramını güç kullanımı için araçsallaştırsalar bile, kavramın kendisini doğal bağlamında ele alıyorlar.
Örneğin, Ivy ligde (ABD’nin kuzeydoğusundaki sekiz vakıf üniversitesinin oluşturduğu birlik ) yer alan üniversitelerin zekayla ilgilenme biçimi, bizdeki üniversitelerin meseleye yaklaşımlarından çok farklı. Bizde daha çok işin ölçme, teşhis, sınav başarısına etki gibi popüler tarafları ele alınırken, oralarda nörobilime dayalı beyin araştırmaları, yetenek bileşenlerinin çözümlenmesi, problem çözme gibi değişkenlerin çoklu incelenmesi gibi konular ele alınıyor.
Öğrenciler uzmanlar tarafından etiketlenmiyor. Yetenekli çocuklar sessiz sedasız sistemin içinde yönlendiriliyorlar. Sistem her çocuğu olması gereken katmana taşımaya çalışıyor. Kimse “üstün yetenekli çocuğum var” diye paniğe kapılmıyor. Zeka testleri bir çocuğu daha ayrıntılı tanımak için profesyonel bir araç olarak değerlendiriliyor. Uzmanlar ve öğretmenler “fark” kelimesini bize göre daha nötr algılıyorlar. Bir öğrencinin otistik olmasıyla üstün zekalı olması arasındaki fark teknik olarak değerlendiriliyor.
Türkiye’de ise hastaneler kan testi yapar gibi zeka testi yapıp raporu velinin eline veriyorlar. Veliler özel okulları ve uzmanları dolaşıp çocukları için bir gelecek projesi tasarlıyorlar. Kullanılan testler son derece eski ve bilimsel nitelikleri haliyle zayıf. Psikologlar ve ilgili uzmanlar para karşılığı zeka testi yapıp anne babaları ofislerinde eğitime davet ediyorlar.
Üniversiteler diploma verdikleri psikologların yeteneği bu denli piyasalaştırmaması için herhangi bir önlem alamıyor. Etik değerleri zayıf, uzman görünümlü bireyler çocukları zeka testlerinin sorularına çalıştırıp yüksek puan almalarına yardımcı oluyor. Birçok özel okul, yetenekli çocukları sınav başarısı için bir kaldıraç olarak görebiliyor. Öğretmenler, farklı yetenekteki çocukların eğitimine göre yetişmediklerinden yanlış müdahale, görmezlikten gelme, küçümseme, teşhiste bulunma gibi tepkiler verebiliyor. Benzer hatalar okul yöneticileri tarafından da yapılabiliyor.
Aileler hem gururlanıyor, hem de paniğe kapılıyorlar
Anne-babalar bir yandan çocuklarının üstün yetenekli olmasıyla ilgili haksız bir gurur duyarken, bir yandan çevredeki istismar nedeniyle paniğe kapılıyorlar. Çığlıkları duyulmuyor. Bu paniği değerlendirip velilerin çaresizliğini kullanan istismarcılar sorunu içinden çıkılmaz hale getiriyorlar.
Devlet, aile, okul, sivil toplum gibi kurumlar bir ekosistem yaratamadığı için çocuklar ortada kalıyor. Aslında böyle bir ekosistem kurulsa yapılması gereken şey, hiçbir şey yapmamak. Sadece her çocuğa ihtiyacı olanı doğal ortamında vermek. Veliler ellerine tutuşturulan test sonuçlarını “gerçek” zannediyorlar.
Hem harita arazinin kendisi değil, hem de uygulanan testler bilimsel olarak yeterli değil. “Yapılan araştırmalar” diye başlayan tüm cümlelerin aksi sonuçlar içeren araştırmalar bulmak çoğu zaman mümkün. Çağdaş bilimin sınırlılığı içerisinde zekayı tanımladık ve ölçüyoruz demek gerçekten “komik” bir girişim.
Sadece bazı ipuçları elde etmede yardımcı bir araç olarak kullanılıyor olabilir. Varsayımsal neden-sonuç ilişkileriyle zeka hakkında nihai bir yargıya ulaşmak akademik bir cinayettir. Zira anne babalar ve öğretmenler hatta akademisyenler zeka testi sonuçlarına kati neticeler olarak bakabiliyor. Anne babaların bir başka yanılgısı ise, çocuklarının zekası geliştiğinde, insanlığının gelişeceğini sanmalarıdır. “İnsan” olabilmek ve hayalleri gerçekleştirmek için zeka denilen şey oldukça sıradan bir yeti.
Algı ve bilgi kirliliği temizlenmeli
O halde ne yapmak lazım? Ülkemizde öncelikle ‘zeka’ ve ‘yetenek’ kavramlarının sağlıklı algılanması için, algı ve bilgi kirliliğinin temizlenmesi gerekiyor. Akabinde, resmi kurumlar dışında, bağımsız akreditasyon yapılanmasına dayalı organizasyonlar hayata geçirilebilir. Şimdiye kadar yapılan çalışmalardan da yararlanılarak, işlevsel bir strateji ve eylem planı oluşturulabilir.
Gerçekten çok özel yetenekleri olan çocukları ayrı okullara yöneltmeden, sınıf içi, okul içi ve okul dışı olmak üzere üç katmanda dikeyde ve yatayda zenginleştirilmiş programlarla desteklemek uygun olabilir. Temel koşul, velilerin ve öğretmenlerin zihninde sahici ve olağan bir yetenek kavramının oturtulmasıdır.
Öğretmenlerin ve ailelerin abartılı tutumlarının engellenmesi için hizmet-içi eğitimleri de içeren kapsamlı bir kamuoyu iletişim planı uygulanabilir. Piyasaya düşen test uygulamalarına bir çeki düzen verilebilir. Üstün yeteneklilerin sınav sisteminde yok olmaması ve özellikle özel sektör tarafından istismar edilmemesi için farklı akademik ilerleme yolları hayata geçirilebilir. Bütün bunların yapabilmenin önündeki en büyük engel yetişkin bakış açısı.
Zira, Freud’un ifadesiyle “çocuğun ışıl ışıl zekası ile ortalama bir yetişkinin cılız zihniyeti arasında ne acı bir çelişki var! Bu çelişki, üstün yeteneklileri normalleştirme işlemine eğitim denilmesine yol açıyor. Sonuç olarak, normal zekalıların üstün zekalılara normal değil demesi çok normal.”
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.