Abdullah Damar
MEB, “ÖĞRENEN ORGANİZASYON” OLMALIDIR
M.Peter Senge (1990) öğrenen organizasyonları şöyle tanımlamaktadır; “İnsanların, başarmak istedikleri sonuçlara ulaşmak için sürekli olarak kendilerini geliştirme imkânı bulduğu, yeni ve insanı geliştiren eğitim ve düşünce yöntemleriyle desteklenen ve birlikte öğrenme stratejilerini uygulamaya çalışılan organizasyonlardır.”
Senge, öğrenen organizasyonların oluşturulması için 5 temel disiplinin bir arada
olmasından bahseder. Bu disiplinleri kısaca açıklamak gerekirse;
1- Sistem Düşüncesi: Sistem düşüncesi, sistemleri parçalamaksızın inceleyerek, olaylara bir bütün olarak bakma olgusundan oluşur. Amaç, tek tek parçaları değil, bütünü görebilmektir.
2- Kişisel Hâkimiyet: Organizasyonlar, öğrenen bireyleri aracılığıyla öğrenirler. Bir başka değişle, organizasyonun öğrenme isteği ve kapasitesi kendi çalışanlarınınkinden daha büyük olamaz. Kişilerin , kendi işlerini iyi yapmaları kadar yeniliğe ve öğrenmeye açık olmaları önemlidir. Kısaca, bireysel gelişim ve öğrenme disiplinidir.
3- Zihni Modeller: Bireylerin yaşamın akışı ile ilgili bilgilerin farkında olma, bunları test etme ve geliştirme aşamalarını kapsar.
4- Paylaşılan Vizyon Oluşturulması: Organizasyondaki herkesin ortak bir hedef üzerinde uzlaşması ve bu hedefi paylaşmasıdır.
5- Takım (Ekip) Halinde Öğrenme: Çalışanların ekip çalışması içerisinde yer alarak diyalog ve tartışma yoluyla kendilerini geliştirmelerini ifade eder. Takım halinde öğrenme önemlidir, çünkü modern organizasyonlarda temel öğrenme birimi bireyler değil, takımlardır. Takımlar öğrenmedikçe organizasyonlar da öğrenemez.
Genelde, Türk kamu personel rejimine, özelde ise Milli Eğitim Bakanlığının yapısına ve işleyişine bakıldığında; ilk atamalardan, naklen atamalara; görevde yükselmelerden, görev değişikliklerine, tamamen merkeziyetçi birer organizasyon karşımıza çıkar.
AKP Hükümeti, bütün hükümet programlarında ve seçim beyannamelerinde, kamu personel rejiminin bu merkeziyetçi yapısını değiştireceğini beyan etmesine rağmen, bu konuda henüz ciddi bir adım atmamıştır.
Aksine, Milli Eğitim Bakanlığının, son dönemlerdeki uygulamalarına bakıldığında, ademi -merkeziyetçilik bir yana, sistemin daha da merkeziyetçileştiğini söyleyebiliriz. Bu merkeziyetçi yapıya bir de, merkeziyetçilik ilkesinin olmazsa olmazı olan katı hiyerarşi ilkesi eklendiğinde, sistem katı bir yapıya bürünmektedir.
Bu yapısıyla MEB’in hiçbir biriminde öğrenen organizasyondan söz etmek mümkün değildir. Çünkü en başta, sistem yaklaşımını ve çalışanların kişisel gelişimlerini sağlayacak mekanizmalardan söz etmek mümkün değildir. Çalışanlar hakkaniyete uygun bir görevde yükselme anlayışından yoksundur. Merkez ve taşra teşkilatı yöneticilerinin atanması tamamen siyasi saiklerle yapılmaktadır.
Çalışanların, Bakanlığın işleyişine ve eğitim-öğretim sürecine en ufak bir katkısı yoktur. Kendilerini bu süreçlere katamazlar.
Ortak bir vizyon oluşturulmuş değildir. Aksine Bakanlık, eğitim sistemine dair hedefler belirlerken hiçbir konuda çalışanların katkısını almış değildir. Göstermelik olarak yapılan ve katılımcıların demokratik bir şekilde belirlenmediği Milli Eğitim Şuralarını, kararlara katılım mekanizması olarak görmemek gerekir.
Son olarak, Milli Eğitim Bakanlığının bir takım ruhu içinde hareket etmediği, başta eğitimciler olmak üzere toplumun tüm kesimleri tarafından bilinmektedir.
Milli Eğitim Bakanlığı, bu merkeziyetçi, eve katılımcılıktan uzak yapısıyla, genç ve dinamik bir toplum olan Türkiye toplumuna her anlamda önderlik etme yerine, engel konumuna gelecektir.
Geleceğimizi düşünüyorsak, başta Milli Eğitim Bakanlığı olmak üzere, bütün kamu kurum ve kuruluşlarını birer “öğrenen organizasyon” haline getirmeliyiz.