Temelleri öyle sağlamdı...

Temelleri öyle sağlamdı...

Abdullah AYMAZ'ın yazısı; Yurtdışında eğitim hizmetleri veren adanmış ruhlu öğretmenlerin bilhassa Orta Asya'ya gittikleri ilk günlerini, çektikleri sıkıntılarını, hatıralarından takip ederek bu eğitim faaliyetlerinin ne kadar ihlaslı ve sağlam bir zemine

Muzdarip ve Yüce Nebî'nin (sas ) çilekeş, mağdur torunlarının isimlerini taşıyan Hasan Hüseyin Bey'in hatıra defterinden bazı bölümleri aktarmak istiyorum:

"1995'te Atırav'a geldik. Uçaktan inerken havaalanının yakınında koşan develer gördüm. Oranın çöl olduğunu anladım. Çok bozuk yollardan bir eve geldik. Genelde yollar topraktı. Evin girişinde kanalizasyonlar evin altında birikmiş, bodruma inen merdivenlerin bazı basamakları pislik içinde kalmış. Ağır bir koku da ortalığı sarmış. Bu koku evimizin içinde de hissediliyor. Evde eşya olarak iki kişilik Rus çekyatı ve bunların üzerinde de çok ince iki yatak var. Onları üst üste koyunca ikimiz sığmıyoruz. Yan yana koyunca da sabah her yerim ağrı içinde kalkıyorum. İlk iki haftada koku ve suya alıştık. Artık ne evin altındaki kanalizasyon ne de suyun kokusu bizi rahatsız ediyordu. İki ay sonra, havalar soğudu. Bodrum katı buz tuttu. (Eklemem gerekir ki, bağımsızlıktan dört-beş yıl gibi kısa zamanda elektrik, su ve kanalizasyon problemleri çözüldü. Şu anda Kazakistan'da böyle bir problem yok.) Ekonomik sıkıntılar o kadar fazlaydı ki, iki yıl, eksi kırk derece soğuklarda bile bir yatak alamamıştık. Türkiye'den tek esnaf Hüseyin Bey fabrika kurmak için malzeme getirdi. Onlarla beraber benim bir kısım eşyalarım ve yatağım da gelmişti. Eşyaların içinde nar, elma, portakal gibi meyveler de vardı. Eksi 40 derecelik soğuk sebebiyle hiç bozulmamışlardı. Bunları gönderen kayınvâlideme özel dua etmiştim. Çünkü iki yıl meyve yiyememiştim. Bahar mevsiminde karlar eriyince Atırav'da çok ciddi çamur olduğundan herkes işyerine giderken özel uzun çizmeler giymek zorundaydı. Çünkü bazı yerlerde çamurlar yarım metreyi geçiyordu. Her işyerinin önünde çizmeleri temizlemek için yapılmış su kovaları ve bez parçaları vardı. Herkes çizmelerini temizleyerek poşete koyar ve poşetteki yedek ayakkabıyı giyerek içeri girerdi. Valilik dahil o zaman herkes böyle yapmak zorundaydı."

"Benim botlarımın altı yırtılmıştı. Çizme alacak param yoktu. Okula gelinceye kadar botlarımın içine çamur doluyordu. Ayakkabımı değiştirirken çoraplarımı da değiştirmek zorundaydım. Halimi kimse görmesin diye müdür olarak geç gelenleri kontrol ediyor gibi beklerdim ve herkes girince kimse görmeden ayakkabı ve çorabımı değiştirirdim. Ayaklarım ıslak olduğu için çok üşüyordum. Bazen yardımcım gelir 'Üşüdünüz, hasta olacaksınız, beklemeyin.' derdi. Eve gittiğim zaman da hanıma göstermemek için uğraşırdım. Çoğu defa çoraplarımı gizliden yıkardım. İkinci binadaki Ali Rıza Bey'in derse gelmediğini öğrenince, araştırdım. Hastaymış. Sonra öğrendim ki, 10 tengesi (bir dolar) olmadığı için otobüse binememiş ve eksi 30 derecede evine 8 km yol yürüyerek gelmiş. Ama, dizlerine kadar donmuş. Arkadaşlar ayaklarını karla ovmuşlar. Ben üzülmeyeyim, diye bana söylememişler. O soğuklarda herkes kafasına börük (kalpak) dedikleri şapka giyerdi. Biz alamamıştık..."

İşte temeller bu fedâkarlıklar üzerine atılıyordu...

zaman.com.tr

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
1 Yorum