Mısır Müftüsü Türkiye'den ne bekliyor?

Mısır Müftüsü Türkiye'den ne bekliyor?

'Amerikalı bir Müslüman kendini yasaların, anayasal sistemin, nizamın dışında göremez. İdari olarak da sorunlarını mevcut yönetimlerle çözme gayretine vefa diyorum. Toplumda senin dini inanışlarına karşı bir duruş mu var, bir saldırı mı var; o zaman mevcu

Mısır Müftüsü Prof. Dr. Ali Cuma, 9-10 Ekim tarihlerinde İstanbul'da Fırat Kültür Merkezi'nde düzenlenen Peygamber Yolu Sempozyumu'na katılmak üzere ülkemize gelmişti. Yeni Ümit ve Hira dergilerinin ev sahipliğinde düzenlenen sempozyum, Sünni dünyasının ulemasını bir mekan ve bir konu etrafında buluşturması açısından manidardı. Prof. Dr. Ali Bardakoğlu da oradaydı, Dimeşk Üniversitesi'nin büyük alimi Prof. Dr. Vehbe Zuhaylî de; Prof. Dr. Hayrettin Karaman da, Prof. Dr. Said Ramazan el-Bûtî de, Prof. Dr. Hamza Aktan da, Fas ulemasından Prof. Dr. Ahmet Abbadî de... Sempozyuma gönderdiği mesajıyla Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi de hoş bir sürpriz yapmıştı. Bu renk cümbüşünün içinde Mısır Müftüsü Ali Cuma yaptığı açılış konuşmasında sunduğu Tatbikî Fıkıh veya Siret Fıkhı makalesiyle dikkatleri üzerine çekmişti.

Ali Cuma neredeyse bir kitap kalınlığındaki sunumunun ancak bir kısmını söze aktarmayı başarabilmişti. Eskiler, "Alimler bildiklerinin en güzel kısmını yazar; yazdıklarının da en güzel kısmını anlatırlar. Bunun için ilmi alimlerin ağzından almak lazım." derlermiş. Zaman Gazetesi olarak Ali Cuma Hocaefendi'nin Siret Fıkhı tezini 'ağzından dinlemek' ve okurlarımıza aktarmak istedik. İlmin imbiğinden geçmiş sözler bir de mekan kısıtlamasıyla sıkışınca ortaya bu gelen söyleşi çıktı. Güzelliklerin hepsi siretiyle Siret Fıkhı fikrini Ali Cuma'nın kalbine ilham eden Hazreti Muhammed Mustafa'nın, hataların hepsi bizim.

Sempozyumda dört ortak yaşam modelinden ve her yaşam modeline karşılık gelen bir ahlak paradigmasından bahsettiniz. Bugün İslam Alemi için şu ya da bu modele uygun bir dönemdedir diyebilir miyiz?

Her ferdin kendi şartlarına karşılık gelen farklı bir modeli vardır. Bu modeller donuk modeller de değiller. Bunlar dinamik ve doğurgan modeller. Bunlardan ara modeller diyebileceğimiz modeller de doğar. Bir fert kendi durumunu Habeş-Medine karması veya Erken Medine-Son Medine karması bir durum olarak tespit edebilir. Ancak şunun altını çizmek lazım: Birey kendi için model olarak benimsediği şeyi genelleştiremez ve başkalarına dayatamaz. Bireyin bulunduğu durum da vaktin şartlarına bağlıdır. Bir vakit bu model, bir başka vakit başka bir model daha uygun olabilir. Bu dinamizm bize yepyeni ufuklar açabilir. Sünnet ve Siret'in birlikte okunması suretiyle yepyeni bir fıkha –buna ister Tatbikî Fıkıh deyin, isterseniz Siret Fıkhı deyin– yepyeni bir fıkha doğru adım atmış oluruz.

Her ortak yaşam modelinin bir ahlak paradigması olduğundan bahsettiniz ve bunlara makam adını verdiniz. Mekke Modeli'nin makamı olarak da sabır ve barış içinde bir arada yaşama makamıdır diyorsunuz. Bunun anlamı ne?

Hazreti Muhammed Aleyhisselam'ın varlık sebebi putları ve putperestliği ortadan kaldırmaktı. Ancak Mekke'de yaşadığı dönemde O'nu içi putlarla dolu Kabe'nin köşesinde ibadet ederken görüyoruz. Öyle kısa bir dönem de değil bu. Müşriklerle birlikte yaşıyor, onlarla evlilik yapılmasına müsaade ediyor, alışveriş yapıyor, var olan sistemin çarkları içinde varlığını korumaya çalışıyordu. Bu muhteşem bir birlikte yaşama iradesidir. Belki Kabe'nin köşesinde namaz kılarken içi kan ağlıyordu ama Son Medine Modeli'nin Mekke'yi de içine aldığı döneme kadar, Mekke'deki herkesin Müslüman olduğu döneme kadar bir tane bile put kırdığını görmüyoruz. Bu, içinde yaşadığımız dünyaya çok şeyler anlatıyor bence.

Habeş Modeli için de diyorsunuz ki "Bu ortak yaşam modelinin ahlak paradigması vefa ve işbirliğidir." Bu model gayrimüslim ve seküler ülkelerde yaşayan Müslümanlara ne diyor?

Vefa... Sosyal yapıya vefa, anayasal sisteme vefa, yasal düzene vefa... Burada iki yönü var vefanın: Hukuki ve idari. Hukuki yönüyle bir Müslüman yasaların dışına çıkamaz. Amerikalı bir Müslüman kendini yasaların, anayasal sistemin, nizamın dışında göremez. İdari olarak da sorunlarını mevcut yönetimlerle çözme gayretine vefa diyorum. Toplumda senin dini inanışlarına karşı bir duruş mu var, bir saldırı mı var; o zaman mevcut otoriteyle gider işbirliği yolları ararsın. Eğitimde, ölülerin defninde, dine uygun hayvan kesiminde, evlilik ve boşanma meselelerinde sorunlarınız mı var; mevcut idareyle bunları çözme yoluna gideceksiniz. Bu sadece gayrimüslim ülkeler için değil, halkın büyük kesiminin Müslüman olmasına karşın anayasal sistemin seküler olduğu ülkeler için de geçerlidir.

Siz Erken ve Son Medine dönemlerinden bahsediyorsunuz ve iki dönem arasındaki tarihi dönüm noktası olarak Benu Kureyza hadisesini gösteriyorsunuz. Müsteşrikler de Benu Kureyza Yahudilerinin cezalandırılmalarını bir dönüm noktası olarak gösteriyor ve diyorlar ki Müslümanlar zayıf olduklarında diyalogcu, barışçıl ve ortak yaşamcıdırlar; ama güçlendiler mi Benu Kureyza'ya yaptıklarını yaparlar.





Öncelikle bu itham bir yalan ve iftiradır. Benu Kureyza Yahudileri hukuki bir hükümle idam edildiler; orada bir cemaatin veya bir milletin yok edilmesi gibi bir niyet yoktu. Hitler'in Yahudilere veya İsrail'in Filistinlilere yaptığı gibi bir soykırım yapılmamıştı. Dahası İslam orada öylesi bir hukuki olgunluk göstermiştir ki insanlık günümüze kadar o seviyeye ulaşabilmiş değil. Orada sanıklara kendileri hakkında hüküm verecek hakimi ve hükmî nizamı seçme özgürlüğü tanınmıştı. Yahudiler Sad ibn Muaz'ı seçtiler. Bugün bile sanığa hakim seçme hakkı tanınmaz. Oysa İslam orada hakim seçme hakkını tesis etmişti. Sanığa hakim seçme hakkı tanınması durumunda sanığın kendisiyle bir fayda ilişkisi olan hakimi seçmesi mümkündür. Normalde bu hakimi töhmet altında bırakır. Ama İslam sanıklara bu şansı bile tanımıştı. Nitekim Sad ibn Muaz'ın Yahudilerle iş ilişkisi vardı. Onu seçtiler. Ama o adaletle hükmetti. Şunu unutmamak lazım: O dönem bir savaş dönemiydi, açık bir ihanet vardı ve Yahudiler düşmanla işbirliği yapmışlardı. Bugünün hukuk sistemlerinde bile bunun hükmü idamdır.

Sempozyum Türk ve Arap ulemasına yüz yüze buluşma ve vicahi bilgi alışverişinde bulunma fırsatı tanıdı. Siz neticelerini nasıl buluyorsunuz?

Sempozyumun ilk faydası tabii ki sunulan çalışmalardı. Ancak aynı zamanda telakuh-u efkar (fikirlerin birbirilerini döllemeleri) yaşandı. Alimlerin buluşması pek çok yönden önemliydi. Burada tearüf (birbirini tanıma) kadar teavün (yardımlaşma) ve var olan yanlış anlamaların izalesi ve belki de en önemlisi doğurgan bir sıcak sevgi tesis edildi. Şunun da altını çizmek lazım: Türk-Arap alimleri buluşmasından çok daha geniş katılımlı bir buluşmaydı bu. Afrika'dan, Asya'dan alimler de vardı.



Türk paradigması İslam alemine sığmayacak kadar geniş
Bu sempozyum vesilesiyle Türk İslam alimleriyle de tanışma fırsatınız oldu. Türk ulemasının durumunu nasıl buldunuz?

Türk ulemasının bir tarihleri, bir de mevcut halleri var. Tarihi olarak Türk uleması, Arapçayı sonradan öğrendikleri için bu dilin derinliklerine vakıf olmakta çok haristiler. Bu sebeple onların yazdıkları haşiyeler, şerhler ve talikatlar Arap alimlerinin bile istifade edebilecekleri derinliğe ulaşmıştı. Bu sebeple Arap talebeler için Türk ulemasının yazdığı eserleri anlamak zor işti. Çünkü kendi kitaplarımızda bile bahsedilmeyen derin mevzular orada bulunurdu. Filibeli Ahmet Hilmi'nin şerhlerinde Arap ulemasından İbn Hişam gibi büyük isimlerin bile bahsetmediği meseleler görürsünüz. Bizim nezdimizde Türk ulemasının makamı budur. Diyebilirim ki ilmin ve dilin derinliklerine ait Arapların dahi unuttukları hakikatleri onlar muhafaza etmişlerdi.

Günümüze geldiğimizde de çok geniş çaplı bir çeviri çabası görüyorum. Türk ulemasının da bunda önemli bir yeri var. Arapçadan Türkçeye, Türkçeden Arapçaya hiç olmadığı kadar sayıda çeviri yapılıyor. Bu iki dil arasında kurulan doğurgan bir köprüdür. Yeni bir ıstılah kamusu oluşuyor ve diyebilirim ki bu kamus bizzat çevirinin kendisinden daha değerlidir. Bu sürecin Türk ulemasını tarihi makamlarına yeniden oturtacağına inanıyorum.

Bugünlerde Türkiye'nin siyasi ve ekonomik olarak Arap ve İslam dünyasına döndüğünden bahsediliyor. İlmi ve kültürel açıdan da böyle bir dönüş mümkün mü?

Türkiye'nin çok geniş ve açık bir paradigması var. Paradigma maslahatların tahkikine hükmeder. Türkiye'nin paradigması sadece İslam aleminin veya Arap dünyasının meselelerine açılım getirecek bir paradigma değil. Türkiye bütün dünya hakkında konuşabilmeli. Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne de açılması lazım, Afrika'ya da açılması lazım ve evet İslam ve Arap alemine de açılması lazım. Biz bir açılımlar ve teavün asrındayız, bir geri dönüş ve daralma asrında değiliz.



Resûlullah'tan dört ortak yaşam modeli
Dört Ortak Yaşam Modeli Siret Fıkhı Müslüman bireylerin vatandaşı veya yöneticisi oldukları devletle ve bu devlet çatısı altındaki 'öteki'lerle kurdukları ilişkinin mahiyetini tanımlayan bir fıkıh. Ali Cuma geleneksel fıkıh kitaplarına bir alternatif sunmuyor. Onun asıl derdi farklı yönetimler altında yaşayan Müslümanların yaşam paradigmalarını tanımlayacak yeni bir model oluşturmak. Resulullah Aleyhisselam'ın hayatından derlediği dört ortak yaşam modeline yeniden hayat üflemeye çalışıyor. Dört model, Mekke Dönemi, Habeş Dönemi, Erken Medine Dönemi ve Son Medine Dönemi'ne karşılık geliyor. Ali Cuma her dönemin ortak yaşam tarzını belirleyen genel ahlaki çerçeveye makam adını vermiş. Buna göre Mekke Modeli'nin makamı sabır ve barış içinde birlikte yaşama; Habeş Modeli'nin makamı vefa ve işbirliği; Erken Medine Modeli'nin makamı infitah (dışa açılma) ve teavün (yardımlaşma) ve nihayet Son Medine Dönemi Modeli'nin makamı da adalet ve hareketten önce bilinç. Ali Cuma bu dört modelin ve bunlar arasında oluşturulabilecek ara modellerin Müslümanların tarih boyunca yaşadıkları ve yaşabilecekleri her durum için çözümler üretecek zenginliğe sahip olduğuna inanıyor.

Bir daha benzer bir sempozyum olursa konusu ne olmalı sizce?

Bu buluşmada Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in Kur'an-ı Kerim'in tatbikinden ibaret olan sünneti ve siretini konuştuk. Bir dahaki sefere İslam Medeniyeti'nin Mihveri olarak Kur'an-ı Kerim ve Modern Asırda Kur'an-ı Kerim Hizmeti konulu bir toplantı olabilir. Mihverden de kastım dört şey: O başlangıçtır; miyarımız odur; kriterler bütünüdür ve ona hizmet edilir. Bütün İslami ilimler ona hizmet ederler. Kur'an böyle bir mihver, böyle bir eksendir.
zaman

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.