Geçen hafta “Zorunlu Din Dersi” tartışmasının geniş bir art alandan kaynaklandığını iddia ederek devlet-toplum ve din-devlet ilişkisindeki anomaliye işaret etmiştim. Ülkenin yakın siyasi tarihi maalesef her meseleyi kendi bağlamından koparıp güvenlik konseptinin bir aparatına indirgemeye neden olmaktadır. O nedenle sorunu siyasal gerçekliği de göz ardı etmeden oturduğu bağlamla birlikte ele alıp konumlandırmak durumundayız.
Şimdi, devlet-toplum ve din-devlet ilişkisindeki çarpıklığın neden olduğu bugünkü “zorunlu din dersi”, “zorunlu eğitim”, “cem evi”, “kılık-kıyafet” gibi tartışma başlıklarını nasıl ele alıp değerlendireceğiz? Son on yılda beliren siyasal konjonktürü fırsat bilip belirli bir yaşam biçimini, belirli bir yaklaşımı, dinin belirli bir yorumunu devlet destekli hayata geçirmenin şehvetine mi kapılacağız? Tıpkı daha önce birilerinin yaptığı gibi ve muhtemelen bundan sonra birilerinin yapmak isteyeceği gibi? Yoksa doğası gereği devletin müdahale ve tanımlama alanı dışında olması gereken sorunları herhangi bir korkuya, kaygıya, paranoyaya kapılmadan toplumun bizatihi kendisine mi bırakacağız? Tıpkı kadim tarihin serencamında yaşana geldiği gibi? Hind’e, Çin’e, Afrika’ya giden öncüler gibi. Anadolu’nun, Rumeli’nin ruh coğrafyasını fetheden derviş devrimciler gibi.
Türkiye’de devlet, yıllarca elindeki araçlarla din’i, toplumun ve bireylerin yaşamlarından tehcir etmek için var gücü ile çalışmışken bugün devlete nüfuz eden hatta onunla bütünleşenlerin “ülkenin dindarlaşması” için stratejilerini devlet aygıtı üzerinden temellendirme arzuları hem problemlidir hem de sonuç alıcı değildir.Devletin toplumu “dindarlaştırması” ya da “dinsizleştirmesi” gibi bir uygulaması, siyasası ve niyeti olmamalıdır. Devlet dindarların ya da dinsizlerin zaruret-i hamseden sayılan “din emniyeti”nin korunması noktasında üzerine düşeni yapmalıdır. Devlet, toplumun taşıması gereken ve yüzyıllardır taşıdığı bir sorumluluğu üzerine alma hevesinde olmamalıdır. Hele hele bu ülke dindarları yaşanan çarpık siyasal iklimden zehirlenerek var olmanın güvencesini devletin gölgesinde arama yanılgısına hiç düşmemelidirler. Mesele, devlet eliyle yürütülecek bir dindarlaşma siyasetinin sahneye konulması değil, dindarların ya da dini hayatın önünde bulunan devlet kaynaklı engellerin ortadan kaldırılmasıdır. Dini alana ilişkin mevcut kuşatmanın kaldırılması talebi ile devlet destekli bir dini yaşantının tanzimi arasında gündüz ile gece kadar fark vardır.
Mesele, devletin din alanı üzerindeki işgalci konumundan geri çekilmesidir. Devletin dine ilişkin takındığı olumsuz yaklaşımı gidermeye dönük çabaların, fırsatını yakalamışken bu yozlaştırıcı-ayartıcı gücü arkasına alarak alan genişletmeye yönelmesi problemlidir.Problemlidir, çünkü hak ve özgürlük ihlallerini doğurmaktadır. Problemlidir, çünkü toplumun dini yaşama dair büyük beklentilerini pratikte işlevselliğine ilişkin neredeyse hiçbir kanıtın olmadığı tersine işlevsiz oldukları tarihsel tecrübe ile sabit iş görmeyen araçlara teslim etmektir. Yaklaşık iki yüzyıllık bir mazisi olan ve temel göstergeleriyle etkisiz olan zorunlu eğitim dayatmasına rıza göstermektir.
Türkiye’de dini eğitim-öğretime ilişkin açığa çıkan ihtiyacı karşılamak için devlet elindeki işlerliği olmayan araçlar yerine alternatif arayışlar peşinde olmak makul olandır hatta kaçınılmaz bir zorunluluktur. Verili düzeni, gündelik yaşam pratiklerini, kültürel alt-üst oluşları, teknolojik dönüşümü, tüm bileşenleri ile zorunlu eğitimi, modern okul formunu tarihsel-kültürel aidiyeti göz önünde bulundurarak devletin değil toplumun aktifliğini merkez alan bir yaklaşıma muhtacız. Tarihin acı deneyimlerinin bizi esir almasına fırsat vermeden, devlet-toplum ve din-devlet ilişkisindeki anomaliden kaçarken soluğu başka bir anomalide alma tuzağına kapılmadan yol almalıyız.
Bu toplumu, gücün temerküz ettiği odaklar eliyle yönlendirmeye ya da bu odaklara yaslanarak inanç ve değer evrenini inşa etmeye götürecek her girişim, niyeti ne olursa olsun, sakıncalıdır.Din’e, dindarlaşmaya, din eğitimi ve öğretimine yarardan çok zarar getirecektir. Toplumun inanç, kültür dokusuna ilişkin iktidar merkezli müdahalelerin yarattığı olumsuzlukları yaşamış bir toplum olarak farklı inanç gruplarının olduğu bir sosyolojik gerçekliğin insicamını bozacak operasyonlara kendimizi kaptırmamak durumundayız. Zira toplum, tarihin en karanlık ve netameli şartlarında el üstünde tutup yaşattığı değerleri baskı ve yönlendirmenin olmadığı ortamlarda da sahiplenecek, koruyacak ve hayat bulması için mücadele edecektir.
Bu nedenle “din” alanına ilişkin toplumdan gelen talep ve beklentileri “din elden gidiyor” ya da “irtica geliyor” paranoyasından uzak ele alınmalıdır. Sorun temelde bir ilke meselesi olup “din” alanının topluma bırakılıp bırakılmayacağında düğümlenmektedir. İlkesel düzeyde din’in topluma bırakılmasının gerekliliği yanında bir de son derece güçlü ve somut pratik nedenler bulunmaktadır. Onları da inşallah haftaya devam edelim zira konu gerçekten önemli.
Abdulbaki DEGER
abdulbakideger@gmail.com
milatgazetesi.com