Üniversiteye giremeyen bin pişman, girip aradığını bulamayan on bin pişman, mezun olanlar ise yüz bin pişman...
Üniversitelerden bazıları, “yüksek lise” yakıştırmasını bile hak etmiyor. Hele hele bazı fakülte ve yüksekokullar var ki, onlara yükseköğrenim kurumu demek için bin değil yüz bin şahit gerekir.
Yeni kurulanlar böyle de eskiler farklı mı? Alın birini, vurun diğerine.
Sonuçta yükseköğrenim kurumu demeye bin şahit gerektirenler de üniversite, uluslararası donanıma sahip olanlar da üniversite. Hepsinin aynı kefeye konması ise Türkiye’deki YÖK düzeninin en büyük handikabı...
100 yıllık bir üniversite ile yeni kurulan bir üniversiteyi, aynı kurallarla yönetemezsiniz. Yine aynı şekilde 70 bin öğrencisi olan bir üniversite ile iki bin öğrencisi olan üniversiteyi de aynı kefeye koyamazsınız. Devletle vakıfları, tıpla mühendisliği, meslek yüksek okulları ile araştırma enstitülerini aynı yasanın dar kalıpları arasına sıkıştıramayacağınız gibi...
İktidarın 9 yıl boyunca ilgilendiği tek konu, YÖK ve üniversiteleri nasıl “yandaş“ hale getiririm oldu. Onun ötesine geçip radikal bir reform, hiçbir zaman önermedi. Muhalefetin de onlardan hiçbir farkı olmadı. Onlar da tıpkı iktidar gibi türban ve katsayı tartışmalarının ötesine geçemedi. Şu anda her iki konu da tümüyle çözülmüş gözüküyor. Peki değişen ne oldu?..
Dersler angarya mı?
Güya üniversitelerde devam zorunluluğu var. Gidip bakın, bu kural kaç üniversitede dikkate alınıyor? Dersleri angarya olarak gören, ödev yapmayan, staj yapacak yer bulamayan, mezuniyette de ilkokul mezunlarının yaptığı en vasıfsız işlere bile talip olan üniversite mezunları, mutlaka birilerini rahatsız etmeli! Herkesten önce de YÖK’ü. Ama umurlarında bile değil.
Hadi onlar da bu ağır yükün altında eziliyor ya da yetersiz kalıyor. Peki o zaman onları o makama atayanlar, olup bitenleri neden sadece ve sadece izliyor?
Yasa gerekiyorsa, yeni yasal düzenlemeler neden yapılmıyor? Yeniden yapılanma zorunlu hale geldiyse bu neden gerçekleşmiyor?
Üniversiteler ciddi anlamda kan kaybediyor. Bu yetmezmiş gibi her hafta, üç-beş yeni üniversite daha açılıyor. Yılsonunda kadar sayıları 200’ü bulursa hiç şaşırmamak gerekir.
Pek çok kavram gibi üniversite kavramının da içi boşaltıldı. Boşaltılmaya da devam ediyor. Peki nereye kadar?..
Sorun kişilerde mi yoksa?..
Üniversiteler sisteminin bugün bu noktaya gelmesi kişilerden mi kaynaklanıyor yoksa sistemden mi? Elbette hemen her kurumda olduğu gibi basiretsiz yöneticiler bu camiada da var. Ama asıl sorun sistemde. 2547 sayılı YÖK yasası artık üniversitelerimize dar geliyor. YÖK ve Üniversitelerarası Kurul’un bugünkü haliyle işlemesi mümkün değil.
Üniversiteleri birer oyalama merkezi haline getirip, önce herkesi kabul edip, sonra da mezun etmesi, nitelikli insan gücüne duyulan saygıyı da yerle bir etmek üzere.
Üniversite sayısı hızla artarken öğretim üyesi sayısı, ayrılan kaynaklar ve altyapı yerinde sayıyor. Olumlu örnekler yok mu? Elbette var. Örneğin Düzce Üniversitesi 4 yıl gibi çok kısa bir sürede çok önemli mesafe kaydetti. Peki ya diğerleri ve öğrenci memnuniyeti?..
DPT de kafayı değiştirmeli
Üniversitelere gittiğinizde devasa yatırımlar söz konusu. Ama nedense yurt, burs, lojman ve sosyal tesisler konusunda kesenin ağzı aynı rahatlıkla açılmıyor.
Barınma ve yemek, hâlâ üniversiteli gençlerin en önemli sorunu. Devasa rektörlük binalarına onay veriyorlar ama yurt ya da medikososyal altyapı konusunda gerekli izni vermiyorlar. Ya da rektörler bu konuda yeterince bastırmıyor.
Bu yüzden de nereye, hangi üniversiteye giderseniz gidin, öğrenci memnuniyeti yerlerde sürünüyor. Bunu değiştirmenin yolu da onlara daha fazla önem vermekten geçiyor.
Derse gelmiyorsa niye gelmediğini, gelip de memnun değillerse neden memnun olmadıklarını, mezun olup da iş bulamıyorlarsa neden iş bulamadığını araştırmak ve ona göre yeni önlem almak hepimizin görevi.
Elbette suçlu aramıyoruz. Eğer ille de bir sıralama yapılacak olursa belki de ilk sırada biz yani medya gelir. Bu yüzden mazeret üretme yerine, geleceğimizi emanet edeceğimiz gençlerimizi nasıl daha iyi eğitiriz ve bu konuda üniversitelerimizi, dünya sıralamasında nasıl daha iyi noktalara getiririz onu düşünmeliyiz.
Sayın Başbakan, Gürüz, Teziç ve dönemin üniversite rektörlerine, “üniversitelerimizi niye ilk 500’e sokamıyorsunuz” diye sık sık kızıyor ve yeri geldikçe de beceriksizlikle, basiretsizlikle suçluyordu. Oysa artık YÖK ve üniversiteler, tümüyle kendi kontrollerinde!..
Özetin özeti: Üniversiteler artık sayısal artışın ötesinde kalite olarak da sorgulanmalılar!..
Abbas GÜÇLÜ-Milliyet