Tabiri caiz ise bir küçük kıyametin müsebbibi “Pandemi” kelimesine tüm dünyanın sıkışıp kaldığı günleri yaşıyoruz. Günler, ayları, aylar yılları kovalayacak belki de ve insanlık bu sıkışmışlığı uzunca bir müddet daha yaşayacak.
Belki küresel çete, belki de şeytani akıl insan olduklarını unutarak, kendilerini “Tanrı” yerine koyarak ve bir korku algısıyla tüm insanlığı yönetmeye çalışıyorlar, kim bilir? Ama burada bize düşen soru şu:Biz neyi biliyoruz, ya da bilmemiz gerekeni biliyor muyuz? Eğer bu soruya:“Biz şüphesiz her şeyimizle Allah’a aidiz ve şüphesiz O’na döneceğiz!” cevabını verebiliyorsak diğer tüm sorularla ve karanlık niyetlerle kolayca başa çıkabiliriz. Lakin, unuttuklarımızı da hatırlamalıyız!
“Pandemi” ile verilen mücadele küresel olduğu kadarulusal da. 13 Mart 2020 tarihi itibariyle ülkemizde de verilmeye başlanan bu mücadele tüm dünya ülkelerine kıyasla bugüne kadar çok daha başarılı bir şekilde yürütülmeye çalışıldı, yürütülüyor. Gerek koca yürekli sağlık çalışanlarımız, gerek bugüne kadar yapılan sağlığa dair başarılı yatırımlar gerekse Sayın Cumhurbaşkanımız başta olmak üzere devlet yetkililerimizin sağduyulu tutumları sürecin zorluğuna rağmen “Pandemi”nin seyrini kontrollü bir seviyede tuttu. Canları pahasına bu mücadeleye göğüs geren özellikle sağlık çalışanlarımıza fedakarlıkları için minnetimizi ifade edecek kelime bulmak zor, iyi ki varlar. Lakin, yine toplumu inşa etme noktasında temel taşı olma vazifesi gören bir meslek grubu daha var, hatırlanması gereken: Öğretmenler.
“Pandemi” ile birlikte gündeme gelen bilinmezliklerin etrafını çevirdiği en önemli unsurlardan biri de eğitimdi. Daha önce karşılaşılmamış yöntemlerin icra edilmesi gerekiyor, üstelik de bu yöntemlerin ülkemizde oldukça yekün tutan bir kitleye uygulanması icab ediyordu: öğrencilere. Milli Eğitim Bakanlığı yetkilileri önce devlet televizyonu TRT ile ortak bir çalışma ile ilkokul, ortaokul ve lise öğrencilerini kapsayacak şekilde “EBA TV” platformları hazırladı ve öğretmenlerimizle paket eğitim sunumları hazırlayarak öğrencilerimizin eksikliklerinin giderilmesi hususunda bir yol haritası belirlendi. İlk başlarda acil eğitim ihtiyacının “TV” aracılığı ile karşılanması faydalı bir yöntem olarak görülse de ilerleyen zamanlarda ilgili yöntemin verimliliğinin ciddi derecede düştüğü görüldü.
Çünkü hem öğrencilerin motivasyonunun “Kayıt” yöntemlerle aynı düzeyde tutulmasının güç olduğu ortaya çıktı hem de kimi zaman tekrara düşen bu kayıtların öğrencilerdeki isteksizliği artırdığı fikri özellikle eğitim otoriteleri ve velilerce yüksek sesle dile getirilmeye başladı. Ama esas sorun şu idi: Dokunmak. Dokunmak derken sadece fiziksel yönü ile değil, gözle, sesle, jest ve mimiklerle öğrencilerin asıl ihtiyacı olan yüreklerine dokunmayı kastediyorum. Yani görüldü ki öğretmenin canı ile, kanı ile kendisi olmadan eğitim de eksik hatta yarım kalıyordu.
Merkezde öğretmenin olduğu “Uzaktan Eğitim” modeline geçildi bu kez. Öğretmenlerimiz artık eğitim literatürümüze belki de hiç eskimeyecek şekilde yerleşen “Canlı Ders” yöntemi ile öğrencilerimizin eksik kalan eğitim ihtiyaçlarını gidermeye çalışmalarının yanında, onlara dokunmaya başladılar. Evlerin birer üyesi oluverdi öğretmenlerimiz.
Her bir “Canlı Ders” penceresi öğretmenlerimizin açtıkları birer gönül kapısıydı artık sımsıcak, rengarenk. Bazen her evin oturma odasında ağırlanan bir misafir gibi, bazen de bizzat o evin bir ferdi gibi ama hep onlar vardı, hep var oldular. Üstelik sadece çocuklar olmuyordu öğrenciler; bazen bir anne bir bardak su ile bazen bir baba öğretmenin sorduğu soruya bir cevabı fısıldayarak giriyordu dersin içine. Ama öğretmenin bir adı “Sabır” diğer adı ise “Fedakarlık” idi ya yürek yürek doluyordu ekranlara. “Öğretmenim bugün canlı ders var mı?”, “Öğretmenim bana bir daha ödev gönderme.” gibi öğrenci söylemlerine; “Öğretmen bu zom zoma girilmiyor.”, “Hocam ben pazara gidiyorum.” gibi veli söylemlerine “Baş üstüne.” diyebilen bir kadirşinaslık ortaya çıkıyordu daimen.
Bir de “Sınıf Rehberliği” almış ise öğretmen“Üst Yazı”, “Talimat” fırtınasını kalın gövdeli bir çınar gibi gövdesinde yumuşatıyor; o fırtınayı ılık bir melteme dönüştürüp öyle sunuyordu öğrencilerine, annelere, babalara. Mesai mefhumu o eski normal günlerde kalmıştı öğretmenlerimiz için ve bir insanın sadece “Kendini” değil, “Kendinden” vermesi nasıl olurmuş görüyordu herkes, görmeliydi de!
Peki, bitiyor muydu? Tabi ki hayır…