Üniversiteler Dağ Gibi Sorunlarla Açıldı

Üniversiteler Dağ Gibi Sorunlarla Açıldı

Türkiye genelinde 104'ü devlet, 62'si de vakıf üniversitesinden oluşan toplam 166 üniversitede 111 bin 495 öğretim elemanı ve açık öğretim dâhil yaklaşık 3 milyon 800 bin öğrenci ile bir bölümü geçen hafta yüksek öğretim başladı geriye kalanları da bu hafta (26 Eylül 2011) başlıyor.  İlkokuldan üniversiteye varıncaya kadar her kademedeki eğitim-öğretim kurumlarındaki her öğretim yılı başlangıcı, yeni doğan bir gün gibi, büyük umutlarla dolu. Daha doğrusu, öyle olması gereken yeni ve taze bir başlangıç, yeni bir beyaz sayfadır: Ancak ne yazık ki uzun bir süredir bu heyecan ve umut dolu olması gereken günler, daha çok, süreklilik kazanan aksaklıklar, giderilemeyen noksanlıklar ve huzur kaçıran gerginliklerle dolu olarak karşımıza çıkar olmuştur.  Devlet üniversitelerimiz git-gide büyüyen ve git-gide çözümü zorlaşan dağ gibi sorunlardan oluşan bir kör yumak manzarası arz etmektedir. Bu temel sorunlardan bir kaçı şöyledir:

 

I: Anti-Demokratik Uygulamalar, Jakobenizim ve Demokratik Üniversite Sorunu

 

          Öncelikle, YÖK’ün, önem derecesi ne olursa olsun, Türk yüksek öğretimini ilgilendiren her tasarrufunda mutlaka ve behemehâl, demokratik üniversite ilkesinin vazgeçilmez gereği olarak, akademik camianın görüşlerini almadan harekete geçmemesi gerekir. Türk yüksek öğreniminin en üst düzeydeki kurumu olan YÖK, Türk yüksek öğrenimi camiasını YOK saymaktadır.

         Dün Kemal Gürüz’ün ve Erdoğan Teziç’in haksız ve zulme varan uygulamalarını eleştirenler, bugün YÖK kendi ellerine geçtiğinde, aynı haksızlık ve zulümleri uygulamakta bir beis görmemektedirler ki bu, tam anlamıyla antidemokratik olduğu gibi aynı zamanda etik-dışı bir davranış da olmaktadır.

        Demokrasi bir tarafa itilince haliyle bunun arkasından gelecek olan da jakobenizm’den başkası olmayacaktır. Nitekim bulunduğu sırça saraydan hiç kimseyi gözü görmeyen YÖK, devlet üniversitelerini kendi feodalitesi ve akademik camiayı da serfleri olarak değerlendiren bir feodal beylik gibi davranmakta, hiç kimse ile müzakereye gerek dahi duymadan resen aldığı kararlarla sağa sola emirler yağdırmakta, akademik ve idari yükseltmelerde keyfi ve birbiriyle çelişkili kararlar almaktadır.

       Hiç şüphesiz Üniversitelerimizin huzurunu kaçıran en önemli sorunu; demokratik üniversite yapılanmasının ümitsiz bir klinik vaka haline dönüşmüş olmasıdır ki, bunun bir sonucu olarak, YÖK'ün üniversiteler üzerinde kurduğu baskıları artık bilmeyen kalmamıştır. Akademik hayatın ihtiyaçlarına cevap vermeyen, köhnemiş, anti-demokratik ve rektör saltanatı üzerine kurulu YÖK kanununun hâlâ olumlu bir istikamette, üniversitelerimizi katılımcı, demokratik, özerk ve daha ileri düzeyde bilim ve yüksek öğretim kurumlarına dönüştürme istikametinde değiştirilememiş olması geçen 9 yılın boş yere harcandığını gösteren en önemli bir belge olmak durumundadır.

       Yıllardır üniversitelerin akademik ve idari özerkliğinden bahseden hükümet, bugün üniversitelerin idaresini öğretim üyelerini dışlayarak idarecilikten bi-haber belirli kesimlerin eline verme çabası içinde olması anlaşılır bir durum değildir.

       YÖK tepeden aşağıya doğru yapılandırılmış bir kurum haline gelmiştir. Bu kurum içinde Öğretim Üyesinin söz hakkı yoktur. Kendi dekanını ve rektörünü seçememektedir. Kendi Fakültesinde yapılacak önemli ve köklü değişikliklerle ilgili bile görüşü alınmamaktadır. Ülkemizde üniversiteler mali ve idari açıdan özerk değildir. Batı ülkeleriyle mukayese edilemeyecek durumdadır.

       Ülkemizde sorunsuz bir üniversite, sorunsuz bir yüksek öğretim için profesöründen araştırma görevlisine kadar bütün öğretim elemanlarının ve idari personelin katılıp seçtiği dekan ve rektörlerle işe başlamak gerekir. YÖK’ün artık git gide bilimsel araştırma ve çalışmalarla ilgisini keserek üniversiteler üzerinde artan biçimde bir baskı aracına dönüşmesi önlenmelidir. Hükümetin daha demokratik, daha özgür ve daha gerçek şekilde akademik çalışmaların yapılmasını sağlayacak istikamette köklü değişiklikleri acilen gerçekleştirmelidir. Asıl mesele üniversitenin öncelikle bilim, teknoloji ve fikir üreten en üst düzeyde kurum olduğunu bugüne kadar iktidarların anlamaya yanaşmamaları, özgür ve demokratik üniversiteden çekinmeleri ve hatta korkmaları yönündeki psikolojik sakatlık sorunudur. Bu psikolojiden hükümetler kendilerini kurtarmalıdır.

 

II: Ücret, Öğretim Elemanı ve İdari Personel Sorunu

 

       Ülkemizin geri kalmışlık çemberinin kırılmasında ve geleceğin mutlu, güçlü ve müreffeh, daha saygın Türkiye’sinin inşa edilmesinde bir numaralı belirleyici faktör olan bilim yuvalarının ve mütevazı bilim insanlarının, nasıl geçineceklerini düşünmeyi ön plana çıkarmak zorunda bırakılmaları doğru bir politika değildir. Mesleği bilim üretmek ve bilim öğretmek olan, ülkemizin en iyi yetişmiş beyinleri, sürekli olarak düşük tutulan ücretleriyle mahkûm edildikleri geçim sıkıntıları dolayısıyla mutlu değillerdir. Bu da onların hem bilim üretmelerinde ve hem de gençlerimizi yetiştirmelerinde tam verimli olmalarını çok ciddî surette engellemektedir.         

       Bugüne kadar akademik personele âdeta kasıtlı olarak düşük ücret politikası uygulayan iktidar, kıdemli profesörler ( görev tazminatı ile birlikteki maaşları ) dışındaki bütün öğretim elemanlarını yoksulluk sınırının altında, idari personelin % 90'ını da açlık sınırı düzeyindeki ücretlere mahkûm etmiş bulunmaktadır.

       Gerek devlet ve gerekse de vakıf üniversitelerinde öğretim üyesi açığı had safhaya ulaştı. Birçoğu gerçek anlamda vakıf kimliği taşımayan ve esas olarak da ticarî amaçla açılan vakıf üniversiteleri kârlılığı düşürdüğü için öğretim üyesi yetiştirmekten ziyade devlet üniversitelerinde yetişmiş bulunan öğretim üyelerini transfer etmeyi tercih etmekte ve devlet üniversitelerinde akademisyenlere ödenen ücretlerin aşırı düşüklüğü de bu transferi hızlandırmaktadır. Devlet üniversiteleri bir yandan bu şekilde öğretim üyesi kaybına uğrarken diğer yandan da yenilerini yetiştirmekte zorlanmakta ve böylelikle ülkemiz, gerek toplam nüfusu, gerek öğrenci sayısı bakımından ciddî anlamda bir öğretim üyesi açığına sürüklenmektedir. Nitekim öğretim üyesi başına düşen öğrenci sayısı, açık öğretim öğrencileri hariç tutulduğunda 66 olduğu görülecektir. 

       Öğretim üyesi açığı sonucunda üniversitelerimizde sınıflar da ölçüsüz biçimde kalabalıklaşmakta ve bilhassa yeni açılan üniversitelerde anormal boyutlara ulaşmaktadır Meselâ 200-250 kişinin bir sınıfta ders yaptığı üniversitelerimizin bulunuşu, durumun vahametini açıkça göstermeğe yeterlidir.

       Öğretim üyesi açığının öğrenci sayısındaki artışa ters oranda büyümesi, özellikle yeni açılan taşra üniversitelerinde akademik niteliği olmayan kişilere ders verdirilmesi gibi kabul edilemeyecek sonuçlar da yaratmakta ve bu da üniversite öğretiminin kalite ve seviyesini düşürmektedir.

       Üniversitelerde çalışan idari personele üniversite tazminatı ödenmemesi ve bu personelin başka kurumlarda çalışan emsalleri gibi ek ödemeden yararlandırılmamasından dolayı başka kurumlara gitmektedirler. Bu nedenle üniversitelerde büyük oranda idari personel açığı bulunmakta ve bu personelin yapacağı işler araştırma görevlilerine ve öğrencilere yaptırılmaktadır. Dolayısıyla araştırma görevlileri bilim faaliyetleri dışına çıkarıldığından kendilerini yetiştirmeleri engellenmektedir.

 

 

III: Özlük Hakları (Ek Ödenek,  Terfi ve Kıdem Adaletsizliği) Sorunu

                            

      Yardımcı doçentlerin, doçentlerin ve idari personelin özlük hakları ile ilgili ciddi sorunları bulunmaktadır. Çıkarılan kanunlara ve mahkeme kararlarına rağmen bu sorunlar hâlâ çözülmemiş olarak orta yerde durmaktadır. Bu sorunlardan birisi, 2002 yılında çıkarılan kanun hükmündeki kararname ile profesörlere ve doçentlere tanınan ek ödeneklerin hâsıl etmiş olduğu ücret dengesizliğinin, aradan geçen 9 yıllık süre zarfında yardımcı doçentler, öğretim görevlileri, okutman,  araştırma görevlileri ve idari personel aleyhine kronikleşmiş olmasıdır. Danıştay’ın bu ücret dengesizliğinin düzeltilmesi ile ilgili kararını hükümet tatbik etmemek için, ilgili kararnameyi iptal etmiş ve mağdur olan üniversite personelinin mağduriyetini bugüne değin gidermemiştir.

       Yaklaşık 29 yıl süren Yardımcı Doçentlerin 3. Derecenin 8. Kademesinden daha ileriye yükselmeme sorunu, 3 Mart 2011 tarihli Resmi Gazete’nin 27863 tarihli sayısında yayınlanan 6114 nolu Kanunla giderilmekle beraber, yardımcı doçentler Rektörlerin ve YÖK’ün iş bilmezliği yüzünden bu haktan henüz yararlanamamışlardır.

      Danıştay 8. Dairesinin 2005/1605K, 2004/3876K sayılı kararı ve 2914 sayılı Yükseköğretim Personel Yasasında 418 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile yapılan değişikliğe rağmenDoçentlik unvanını alıp bu kadroya ataması yapılmayan yardımcı doçent, öğretim görevlisi ve araştırma görevlisi kadrosunda bulunan öğretim elemanları maddi noktada büyük hak kayıplarına uğramaya devam etmektedir. Bazı rektörler ve YÖK bu kanun ve mahkeme kararlarını tanımamakta ısrar etmektedir.

       Akademik yükselmelerde aranan yabancı dil sınavı kriteri YÖK aklına estiği zaman değiştirmekte, bilim dalları arasında yabancı dil konusunda ilgisi olmayacak şekilde değiştirmeler yapmaktadır. Nitekim YÖK, Güzel Sanatlar Temel Alanından doçentliğe başvuracak adayların Rusçadan yabancı dil sınavına girebileceğine karar verirken, Genel Türk Tarihi ve Yakınçağ Tarihinden sınava gireceklere önceki kararlarının aksine giremeyeceklerine dair yeni karar almış bulunmaktadır. Yine Sosyal, Beşeri ve İdari Bilimler Temel Alanından İktisat,İşletme ve Maliye bilim dallarından doçentlik sınavına gireceklere kendi fakülte ve enstitülerinde yayınlanan ilmi dergilerdeki makalelere puan vermezken, diğer alanlara puan vermektedir. Böyle bir biriyle çelişkili kararlar nasıl alınıyor?

       Üniversitelerin bir bölümü öğretim üyelerinin yüksek lisans ve doktora danışmanlık ücretleri ile uzmanlık alan dersi ücretlerini vermemek için ayak diretmektedir.

       Bazı üniversiteler idari personel için kanunlara rağmen görevde yükselme sınavını yapmazken, bazı üniversiteler de kazanılmış hakları tanımamakta, bir kısmı da idari kadrolara hak etmeyenleri ve sınavı kazanmamış kişileri atamaktadır. Böyle zulümlerin ve haksızlıkların yaşandığı kurumlarda memurlar niçin dursun?

 

IV: Öğrencilerin Yurt ve Burs İmkânı Sorunu

 

       Üniversitelerimizle ilgili bir başka baş ağrısı sorun kaynağı da, öğrencilerimizin yetişmesindeki imkân ve ortam yetersizlikleri olup, bunların içinde en önemlileri de, öğrenci kredileri, kütüphane ve lisans ve araştırma laboratuarları, bilgisayar ortamları, spor tesislerindeki yetersizlikler gelmektedir. Ancak en az bunlar kadar hatta bazı hallerde daha da önemlisi olarak, öğrencilerin kalacağı sağlıklı yurtlar da hâlâ çözülememiş bir başka sorun oluşturmaktadır. Yurt sorunu özellikle kız öğrenciler için daha da büyük bir sıkıntı anlamına gelmektedir. Öğrencilerden gelen talepler ile bu taleplerin karşılanabilirlik oranları arasındaki açığın büyüklüğü ürkütücü boyutlara varmış bulunmaktadır. Bu durumda başka kanallardan yurt sorununu çözmeye çalışan öğrencilerimizin çoğu ya yüksek ücretler ödemek zorunda kalmakta, ya da buna imkânı olmayan büyük çoğunluk, hem sağlıklarını hem de tahsillerini risk altına atan yerlerdeki olumsuz şartlarda barınmaya çalışmaktadırlar.

       Üniversite öğrencilerinin en büyük sorunu barınma sorunudur. Bu sorunun çözülmesi için Hükümetin ve diğer kamu kurumlarının konuya ciddi bir şekilde eğilmeleri gerekmektedir.

 

V: Üniversitelerin Sesi Kesilmesi Sorunu

 

       Ülkemiz bölücü PKK terörünün açık hedefi halinde iken, hemen her gün bir askerimiz, emniyet mensubunuz veya sivil vatandaşlarımız şehit edilirken, ormanlarımız yakılır, yollarımıza mayın döşenirken; sivil bölücüler federasyon yahut otonomi istediklerini pervasızca, gözlerimizin içine baka-baka, bağıra-bağıra dile getirir ve aynı pervasızlıkla Güneydoğu Anadolu’muzun tamamına ve Doğu Anadolu’muzun büyük bir kısmına “Kürdistan” derken; bir kısım etkili medya organları ve karanlık paralarla beslenen sözde, sahte sivil toplum kuruluşları Türklüğe hakaret ederken, tarihin en büyük sahtekârlığı olan “soykırım” çamurunun avukatlığını alenen yapar ve Ermenistan devletinin ve diasporasının lobiciliğine soyunurken, insanlık suçu işleyen İsrail’i Birleşmiş Milletler Teşkilatı savunurken, üniversitelerin açılışlarında bu milli konulara vurgu yapılmaması, üniversitelerimiz adına, utanılacak bir durum olduğu kadar, tehlikeli gidişatın ayak seslerini de oluşturmaktadır.

 

Çözüm

 

       Üniversiteler milli gelirden yeterli ölçüde pay ayrılmadığı, YÖK’e üniversiteler arasında koordinasyonu sağlama ve üniversiteleri denetleme görevi, akademisyenlerin kendi idarecisini seçme özgürlüğü ve konuşma özgürlüğü verilmediği sürece üniversitelerimizin sorunları katlanarak büyüyecek ve içinden çıkılmaz bir kör düğüme dönüşecektir.

       Üniversitelere mali özerklik verilmeli ve bütçeden Üniversiteler için ayrılan pay, Gayri Safi Milli Hasıla içindeki oranı %0.95’den en az %10’na çıkarılmalıdır. Türkiye dünya ülkeleri arasında yüksek öğretime milli gelirden en az pay ayıran ve üniversite mensuplarına en az ücret ödeyen ülkeler arasında yer almaktadır. Öyle ki gelişmekte olan veya az gelişmiş ülkeler arasında bile isimi en alt sıralarda yer almaktadır.

       Dünya standartlarında yüksek bir eğitimin ve bilimsel araştırmaların ilk şartı, mutlak ve behemehâl, üniversitelere ve üniversite mensuplarına dünya standartlarında kaynak ve ücret tahsis etmekten geçmektedir.

       Kamuoyuna saygı ile duyurulur.

 

Yrd. Doç. Dr. M. Hanefi Bostan

Türkiye Kamu Sen ve Türk Eğitim-Sen

İstanbul İl Başkanı

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.

EĞİTİM Haberleri