Geçen hafta içinde üniversite kontenjanları açıklandı. ÖSYM’nin kontenjan tablosunu incelediğimizde genel hatları ile geçen on yıldaki trendin devam ettiğini görüyoruz. Doluluk oranlarını yükseltmek için 2019’da kontenjanlarda 50.000’e yakın bir düşüş yapılmıştı. 2019’dan sonraki yatay trend ise hâlâ devam ediyor. Kontenjanların detayına girmeden önce kontenjanların nasıl belirlendiği ve nasıl belirlenmesi gerektiği hususlarına değinmek istiyorum.
Kontenjanlar, istisnaları olsa da büyük oranda üniversitelerin talepleri doğrultusunda belirlenmektedir. Yükseköğretim bürokrasisi de sürece müdahil olabilmektedir. Özellikle ana kampüs dışındaki ilçelerdeki kontenjanların belirlenmesinde siyasal saikler de etkili olmaktadır. Hâlbuki üniversite kontenjanları iş gücü piyasasının talebine göre şekillenmelidir. İş gücü piyasasının talebinin üniversiteler bazında dağıtılması ise üniversitenin fiziki imkânları, öğretim üyesi sayısı gibi kriterler esas alınarak planlanmalıdır.
Üniversite kontenjanları ile iş gücü piyasasının ilişkisi çok önemlidir. 2020 yılı için tercihte bulunma hakkı olan 1.750.000 öğrenciden sadece 1.150.000’inin tercihte bulunduğu, 600.000 öğrencinin tercihte dahi bulunmadığı dikkate alındığında üniversitenin işsizliği öteleyen bir işlev üstlendiği sonucu çıkmaktadır ki bu sürdürülebilir değildir. İstihdam olanakları güçlü olan sağlık gibi alanlarda, ön lisans programlarının puanlarının ve doluluk oranlarının lisans programlarından daha yüksek olması da bunu kanıtlamaktadır. Bu yılki kılavuzu incelediğimizde, bazı alanlarda en düşük başarı sırası kriteri uygulamasına devam edildiğini görmekteyiz. Tıpta 50.000, diş hekimliğinde 80.000, eczacılıkta 100.000, hukukta 125.000, mühendislik ve eğitimde 300.000 başarı sırasına sahip olmayan öğrenciler bu programları bu yıl da tercih edemeyecektir. Bu durum, bu programlarda boş kontenjan sorunu üretecektir. Özelikle vakıf üniversiteleri ile Anadolu’daki üniversiteleri bu durum çok daha negatif etkileyecektir. Bu negatif etkiyi minimize etmek için bazı tedbirler almak gereklidir.
İlk yapılması gereken şey, 1992’de başlatılan ikinci öğretim uygulamasını nihayetlendirmek olmalıdır. 1992’de artan üniversite talebini karşılamak için başlatılan bu uygulamaya her ilde açılan üniversite ile artık ihtiyaç kalmamıştır. 1992’de başlatılan ikinci öğretim programlarındaki öğrenci sayısının toplam yüz yüze öğrenci sayısı içerisindeki payı 1992’de yüzde 2,5 iken, 2014’te tepe noktasına ulaşmış ve yüzde 23’e çıkmış ve bilimsel faaliyeti engelleyen bir boyut kazanmıştır. İkinci öğretim programları 1992’ye kadar kurulan birinci dalga üniversitelerimizde yaygındır. Öyle ki Akdeniz Üniversitesi’nde ön lisans birinci öğretimde 13.000 öğrenci varken, ikinci öğretimde 7.500 öğrenci vardır. Benzer şekilde Erciyes Üniversitesi’nde lisans birinci öğretimde 29.000 öğrenci varken, ikinci öğretimde 12.000 öğrenci vardır. Bu kadar yoğun ikinci öğretimin olduğu bir üniversitede ağır ders yükünün öğretim üyelerinin bilim üretme kapasitesini negatif etkileyeceği açıktır. Sonuç olarak, ikinci öğretim 1992 şartlarında bir ihtiyaçtan doğmakla birlikte bugün için artık ihtiyaç kalmamıştır. YÖK de zaten son üç yılda ikinci öğretim programlarının kontenjanlarının yarısını kapatmıştır. Ancak tedrici azaltma stratejisi artık terk edilmelidir. Doluluk oranları da sorunludur ve bu nedenle öğretim elemanlarının ders ücretlerinin ödenmesinde pek çok hukuki sorun yaşatmaktadır. Ayrıca ikinci öğretim gibi uluslararası üniversite literatüründe olmayan bu ayıptan da kurtulmamız gerekmektedir. İstanbul, Ankara, İzmir, Konya, Adana, Antalya, Bursa, Sakarya, Erzurum, Kayseri, Van gibi illerde kurulmuş bulunan birinci dalga üniversitelerimizdeki 30.000’i ön lisans, 80.000’i lisans programlarındaki ikinci öğretimlerin kapatılması hâlinde vakıf üniversiteleri, Anadolu’daki üniversitelerin doluluk oranlarına olumlu katkı yapacaktır.
İkinci yapılması gereken şey, birinci dalga üniversitelerinin kontenjanlarının yüzde 20 azaltılmasıdır. Böylelikle hem birinci dalga üniversitelerin eğitim kalitesine katkı sunulurken hem de Anadolu’daki üniversitelerin doluluk oranlarına katkı sunacaktır. Örneğin, Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nin 340’ı birinci öğretim, 320’si ikinci öğretimde olmak üzere 660 kontenjanı var. İkinci öğretim programının kapatılması hâlinde 320, birinci öğretimden de yüzde 20 kısıntı yapıldığında 68 olmak üzere 388 öğrenci Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden domino etkisi ile bütün üniversitelere dağılacak ve bütün üniversitelerde doluluk oranları optimum noktayı yakalayacaktır. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde de benzer bir tablo vardır.
Üçüncü yapılması gereken şey ise, program kontenjanlarının belirlenmesinde öğretim üyesi başına düşen öğrenci sayısı üzerinden bir katsayı belirlenmesidir.
Özetle;
Yükseköğretim programlarının kontenjanları iş gücü piyasası talebine göre belirlenmelidir.
İkinci öğretim programları kapatılmalıdır.
1992’ye kadar kurulan birinci dalga üniversitelerdeki kontenjanlar yüzde 20 azaltılmalıdır.
Kontenjanlar belirlenirken öğretim üyesi başına düşen öğrenci sayısını esas alacak bir katsayı tespit edilmelidir. Bu katsayı program özellikleri farklılaştırabilir ama 7-8 makul bir katsayı olabilir.
Şenol METİN
Eğitim Bir Sen Konya
2 Nolu Şube Başkanı