Uluslararası Eğitim Felsefesi Kongresi Açış Konuşması

Sayın Bakan, saygıdeğer milletvekilleri, siyasi partilerimizin kıymetli yöneticileri, bakanlıklarımızın saygıdeğer bürokratları, değerli akademisyenler, kıymetli misafirler, basınımızın seçkin temsilcileri, sizleri;

“Bir adım daha atarsak kafes kırılır.

Belki birden erir zincirlerimiz” diyen Kurucu Genel Başkanımız şair, düşünce ve eylem adamı merhum Mehmet Akif İnan'ın dizeleriyle selamlıyor ve Uluslararası Eğitim Felsefesi Kongremize hoş geldiniz diyorum.

Sözlerime başlarken insanların hayatları, daha anlamlı, daha özgür, daha adil, daha aydınlık olsun diye mücadele eden tüm elçilere, bilim ve düşünce adamlarına, sanatçılara, eylem adamlarına şükranlarımı sunuyorum.

İnsan kendisi, yaşadığı dünya, çevresinde olup bitenler hakkında tutarlı, parçaları birbirine uyan bir anlayışa ulaşmak ve çevresini kontrol edebilmek ister.

“Uykumu çarmıha gerdi sorular

Çoğalır sesimin tedirginliği

Kaynar sulara yol alan aklım

Kalbime yönelen yaylım ateşi

Kül oldu ufkumun bahar çarşısı

Ağulandım deli çıkmazlarında”

diyen şairle,  iki bin yıl önce yaşamış bir filozofun, “Felsefe insanın hayretinden doğmuştur. İnsana yaşamak öyle tuhaf gelir ki, felsefî sorular kendiliğinden başlar” sözleri aynı gerçeğin farklı biçimlerde vurgulanışıdır. İnsan, artık sınırları bilinmeyen bir evrendedir. Bu gerçek karşısında yapılacak ilk şey, sormaktır. Sormak, yani felsefe yapmak, medeniyetin temellerini atmaktır.

Yapay sınırların, gerçek manada insanoğlunun sınırları olmadığını biliriz. Çünkü bu ayrı gibi görünen şeyler sadece yaratıcının, olsa olsa şaşırtıcı bir armağanı olabilir.

Bu manada insanlık ailesinde kalıcı medeniyetler oluşturan milletlerin ortak vasfı, inanç değerleriyle bilimsel çaba ve bu çabanın sonuçlarını benliklerinde toplamalarıdır. Bilim ve medeniyet arasındaki bağların köklerini elbette insanın köklerinde aramak gerekecektir. Onları, bilimi oluşturmaya sevk eden şey; bilgiye, bilmeye, bilinmeyene, mucizevî olana,  nadir rastlanan şeylere karşı benzersiz bir arzu ve ihtiras duymalarıdır. İnsanın var oluşuna ilişkin keskin bir hayret duygusu, başka bir deyişle varoluşsal gerilimdir. Bu iki anlayışın kılavuzluğunda ancak birbiriyle kıyaslanabilecek ve sonraki yüzyıllara yol gösterecek iki muhteşem dönemden söz edebiliriz.

Değerli konuklar,

Bugün tarumar edilen Bağdat, bir medeniyetin ışıktan başkentiydi. Her türden modanın da belirleyicisiydi. Bağdat'ın merkezinde bilim evi vardır; burası hem kütüphane hem çeviri merkezi hem rasathanedir. Bağdat 800'lü yıllardan büyük İslam filozofu İbni Rüşd'ün ölüm tarihi olan 1182 yılına kadar bu ihtişamını sürdürdü. Bu dört asırlık dönem, eski dünyanın en parlak uygarlığıdır.

Bu dönemin başlangıcından itibaren yaklaşık yüzyıl boyunca Yunan bilim ve felsefesi tercüme edilerek yüzleşilmiştir. Bu dönem aynı zamanda dış sınırlara ulaşıldığı; yönetimin egemen olduğu coğrafyada geniş ölçekli bir ekonomi temeline, gelişme ritmine kavuştuğu, tarım ürünlerinin ticarileşmesine izin veren, pazar ekonomisinin ve para ekonomisinin yerleştiği dönemdir. Batılı bir tarihçinin söylediği şekliyle, bunun anlamı, İslamiyet'in parlaklığının ancak İtalyan Rönesansı'yla kıyaslanabilir olduğudur… Dikkatleri, 15. yüzyılda İtalya'da olduğu gibi, İslam uygarlığı konusunda da maddi zenginlikle entelektüel zenginliğin kaynaşmasına çekmek lazımdır. Her iki toplum da, ticaret ile zenginliğin sayesinde ayrıcalıklı hale gelmiş olan kentlere yaslanmaktadır. Her iki toplum da, saygı duydukları ve şereflendirdikleri antik uygarlığa kapılarını kapatmamışlardır. Kendi dönemlerinin yüzyıllarca ilerisinde yaşayan parlak ve istisnai beyinlerin çevrelerinde, korku ve endişelerden uzak, insanlarını ve devletlerini inşa etmişlerdir.

Değerli konuklar,

Oysa bugün hayatımıza yön vermeye çalışan “Zihniyet Haritası”na içinden baktığımızda hiçbir zaman medeniyetleri var eden temel felsefeyle yüzleştirilmediğimizi görürüz. Yüzleşseydik, hiç kimsenin şüphesi olmasın, yine görkemli bir uygarlık kurabilirdik. 1930'ların Faşist İtalyası'ndan sistemleştirilen anlayışla her şey devlet için, devletin idamesi içindir. Çünkü devlet 'kamusal iyi'nin yegâne temsilcisidir. Onun için devlete güven esastır.

Ve ne yazık ki bugün, bu ülkede bütün faili meçhul cinayetler, banka soygunları, silah tüccarlarına verilen milyarlarca dolar, boyun eğdirmeler, bilmekten ve onurlu yaşamaktan başka bir istekleri olmayan masum gençlerin okul kapılarından çevrilmeleri hep bu amaç için olmuştur. Oysa modern toplumlar yasa yaparken, kurumlar geliştirirken, hayatın merkezine insanı koymuştur.

Bizde, Şeyh Edebali'in 'insanı yaşat ki devlet yaşasın' sözünde yer alan insan odaklı devlet anlayışı, yerini 'insanı öldür ki devlet yaşasın' anlayışına dönüştürülmüştür. Oysa halkını mutlu etmeye çalışamayan bir devlet, kuruluş anlamını yitirir. Olsa olsa birtakım çıkar gruplarının amaçlarına hizmet eder.

Değerli Dostlar;

Biz burada bu salonda ve başka ortamlarda Milli Eğitim bakanlarımız, onların çok değerli müsteşarlarıyla bilim insanlarımızla eğitimimizin sorunlarını tartıştık; eğitimin dayandığı temel felsefe başta olmak üzere tüm bileşenleri bir biçimde ele aldık. Başta Bakanlığımız olmak üzere birçok kurum, kuruluşumuz, akademisyenlerimiz tarafından da ele alındı, tartışıldı ve tartışılmaya devam edilecek. Çünkü hayat adına o kadar şey tasarlanıyor, o kadar çok ürün hayatımıza karışıyor… Her şey o kadar çok çabuk dönüşüyor ve dönüştürülüyor ki, “değişmeyen tek şey değişimdir” demek zorunda kalıyoruz…

Bugün bütün iyi niyetli çabalara, bu devletin kurucu iradesinin modernlik iddiasına rağmen resmi ideoloji hâlâ her türlü tartışmanın önünü kesmeyi, bilimsel, estetik, entelektüel alanı çoraklaştırmayı, kendi halkının bir kesiminin bilme hayatını daha anlamlı kılma hakkını gasp etmeyi resmi görevleri arasında saymaktadır. Oysa hepimiz biliyoruz ki, her değişimin temelinde zihniyet değişimi vardır. Bu zihniyet değişimi başta anayasa olmak üzere henüz hiçbir kurumumuzda gerçekleşmedi. Ancak değişmeyenler, değiştirilemeyenler, farkına varılmayanlar, farkına varılmasından çıkarları bozulanlar hayatımızı etkilemeye devam ediyor.

İtirazımız, toplum mühendisliği adına hayatımızın her alanını kuşatmak üzere dolaşıma sokulan sahte gerçekliklere, kendilerini hakikatin tartışılmaz tek sahibi gören insanlara ve kurumlara; her şeyin üstünde, her şeyi bilen, belirleyen, buyuran, dayatan, kendilerini bir çeşit dokunulmazlık konumuna yerleştirenlere.

Toplum mühendisleri şunu çok iyi biliyorlar: İnsanlar içinde bulundukları ya da onları kuşatan dünyayı kestirilebilir ve denetlenebilir halde tutmak için durmadan “niçin?” ya da “neden?” gibi sorular sorarak yaşamazlar. Çünkü gerçekliğin sosyal inşası dediğimiz olgu onlara yardım eder. İnsanlar sahneye çıkmadan önce yine toplum mühendisliği ve darbeler eliyle yaşayacakları ortam farklı nesneler ve farklı gerçeklikler olarak adlandırılıyor ve düzenleniyor. Bunun için insanları nasıl sınıflandırdıklarına, nasıl etiketlediklerine ve ürettikleri sloganlara bakmak yeterlidir.

Bu sürecin sonuçlarını bugün çok daha iyi biliyoruz. Akıllar körleştirildi, özgür düşünme yeteneği dumura uğratıldı; her yaştan ve her eğitim düzeyinden insan, egemen ideolojinin dayattığı değerler basamağını ve hiyerarşik yapıyı içselleştirerek kendi gerçekliklerine, kendi değerlerine, kendi çevresine ve insanlık idealine yabancılaştı. Bu bağlamda, ideolojik taşeronların, entelektüel gardiyanların ürettikleri ve pazara sürdükleri ısmarlama bilgiler, toplumun insani dokusunu tahrip etti. Bunlara bilinç tacirleri ya da ideoloji tacirleri demekte herhalde bir sakınca yoktur. Bunlar, tıpkı sömürge aydını gibi güç merkezlerinden gelen her düşünceyi, her ideolojik kurguyu “hikmetinden sual olunmaz” evrensel hakikatler saydılar ve toplum nezdinde saydırdılar; bunun karşılığını da bir biçimde aldılar.

Bu anlayış, hangi ülkede olursa olsun, hangi zaman diliminde yaşarsa yaşasın, felsefesini, sanatını, kültürünü, ideolojisini, bunlara bağlı kurumlarını geliştirmenin bir yolunu bulmuştur.

Diğer yandan bu zorbalıklara maruz kalan kitleler sadece iktidar sahiplerinin izlemelerinden kaçabilmek, kendilerini gizleyebilmek için çeşitli maskeler üretmek zorunda kalırlar. Hâkim ile tâbi arasındaki güç eşitsizliği ne kadar büyük,  ne kadar keyfî, ne kadar tehdit ediciyse maske o kadar kalınlaştırılır. 'Öğrenilmiş çaresizlik' ve nemelazımcılık bu keyfiliğin sonucudur. Bu bağlamda, bir yanda eşit statüye sahip olmasalar da aynı tarafta yer alanların iktidarları, iktidar paylaşımları, kendi aralarındaki diyalogları, stratejik işbirlikleri; diğer yanda yaş, cinsiyet, meslek farkı gözetilmeksizin dışlanmışların, yok sayılmışların, yasaklıların, yargısız infazlara maruz kalanların dünyası. Biliyoruz ki, tahakküm ilişkileri aynı zamanda direniş ilişkileridir. Tahakküm bir kez kurulduktan sonra, kendi momentinde kalmaz. Tahakküm altındakilerin iradelerine rağmen bir şekilde iş, üretim, hizmetler ve vergiler elde etmek güç kullanımını gerektirdiği için çok fazla anlaşmazlık yaratır. Ancak sürekli takviye, bakım ve düzeltme çabalarıyla ayakta durabilirler. Bu bakımdan bu milletin maruz bırakıldığı darbelere bakmak yeterlidir.

Değerli konuklar,      

Bu ülke eğitim adına dünyanın en ünlü filozoflarından biri olan William James'i Amerika'dan getirmiş ancak yine de başarılı olamamıştır. Sonuçlarıyla ilgili olarak pek çok bileşenden söz edebiliriz ancak ilk elden şunları söylemeliyiz: Eğitim herşeyden önce disiplinlerarası bir bilimdir. Ekonomiden, siyasetten ve toplumdan ayrı düşünülemez.

Çünkü eğitim, toplumun, ekonominin ve siyasetin altında yer alan bir sistemdir ve bunlardan doğrudan etkilenir. Siz dünyayla her bakımdan yarış edebilen nesil arzulayacaksınız ama onları çağdışı bir siyasetin, ekonominin mahkûmu yapacaksınız. Bu eşyanın tabiatına aykırı akıldışı bir tutumdur. Çünkü eğitim, toplumun, ekonominin ve siyasal yapının öngördüğü insan için vardır.

Hâlâ konuşabilecek kadar özgürüz, peki zamanımız var mı? Bunu kimse söyleyemez. Fakat zamanın bizim tarafımızda olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü bilgi, akıl, inanç, realite, medeniyet geçmişimiz, tarihsel misyonumuzla gerçek entelektüeller bizim mağlup edilemez müttefiklerimizdir. Biz bugün çok daha iyi biliyoruz ki, bilgi hayatın merkezindedir,  ekonomik gelişme ve toplumsal tabakalaşma bilgi çerçevesinde organize oluyor. Biliyoruz ki, bir toplumun kapitalizm ötesi görülmesinin koşulu, bilginin kaynaklardan biri olmaktan çıkarılıp, tek kaynak haline getirilmesidir. Böyle olduğu içindir ki, tüm dünyada bilgiyi ve iletişim araçlarını kontrol etme mücadelesi öncelikli alan haline gelmiştir. Çünkü bilginin kendisi en yüksek kalitedeki gücün kaynağı, kaba kuvvetle servetin de en önemli girdisidir.

Başka bir deyişle, bilgi artık para gücüyle kas gücünün eki olmaktan çıkıp, bunların ruhu, çekirdeği ve güç değişiminin de belirleyicisidir.

Eğitim Bir- Sen'le başlayan daha sonra Memur-Sen ve ona bağlı tüm sendikalarla hayat bulan hak aramanın bir erdem, bir sorumluluk, bir zorunluluk olduğu gerçeği aynı zamanda sendikacılıkta yeni bir milat, 'zihinsel bir devrim' olmuştur. Memur-Sen ailesi olarak, bir taraftan varolan hukuksuzluğun, insan hak ve özgülüklerini hiçe sayan, gelir dağılımındaki eşitsizliği yaratan ve besleyen sistemle mücadele ederken, diğer yandan da mevcut yasalar çerçevesinde üyelerimizin haklarını arama ve koruma kavgamızı sürdürmeye devam ediyoruz.  Bunları yaparken, toplumun kolektif bilinçaltını yoğuran, onların hayatlarını her dem diri ve yaşanası kılan toplumsal hafızamızın değerlerine yaslanıyoruz.

Çünkü biz biliyoruz ve inanıyoruz, tarih de tanıklık edecektir ki, az sayıda bilgili, adanmış insanın öncülüğünde kitleler çağların akışını değiştirir. Biliyoruz ki, öncelikle kendini yetiştirmiş insanlar tarafından yürütülen, insan aklını ve vicdanını hedef alan bir hareketin önünde durmak mümkün değildir. 

Yine kesin bir gerçeklik olarak biliyoruz ki, insanlara doğru olanı, yararlı olanı anlatalım; evrenle ve evrensel yasalarla yüzleştirelim, gerisini onların aklı halledecektir. Çünkü fikirler insanla ilgili işlerin toptan satıcısıdır. Bu yüzden herkeste gerçekten olması gereken şeyin dürüstlük olduğuna inanıyoruz, yani kişinin ne bildiğini bilmesi, bilgisini sürekli artırması, çelişkilerini görmesi ve bunu düzeltmekten kaçınmamasıdır. Bu da kestirme bir söyleyişle, aktif aklın geliştirilmesidir.

Değerli dostlar;

Biz sendikacılığımızda bilgiyi işlerimize ortak etmeyi önemsedik. Yüzlerce ulusal etkinlik yaptık. O yüzden biz bilgiyi işlerimize ortak etmeyi önceliyoruz. Daha önce eğitimin çözüm ortağı ve paydaşı olma irademizle birçok faaliyet gerçekleştirdik. AB Sürecinde Eğitimde Reform İhtiyacı, Türk Eğitim Sisteminde Yeni Paradigma Arayışları sempozyumları; Yeni Anayasada Eğitim ve Özgürlükler paneli, Eğitim Sorunları, Öğretmen Sorunları, Öğretmenlerin Meslek Memnuniyeti, Eğitim Çalışanları Sorunları, Eğitim Çalışanlarının Yol ve Barınma Memnuniyeti, Türkiye'de Demokrasi Kültürü ve Siyasal Durum'la ilgili olarak Türkiye'yi temsil edecek araştırmalar,  Ortaöğretim Geçiş Modeli gibi birçok çalışmayı gerçekleştirdik, 17. Milli Eğitim Şurası'yla da birikimlerimizi taraflarla paylaştık. Eğitime Bakış dergisi'yle akademik dünyayı eğitim çalışanlarımızla hep buluşturduk. Eğitimcilerin deneyimlerini düzenlediğimiz hatıra yarışmalarıyla gün yüzüne çıkarttık ve serinin beşinci kitabına ulaştık.

Bu sene de çalışmalarımıza uluslararası bir boyut, bir derinlik kattık. Ve Uluslararası Eğitim Felsefesi Kongresi'ni düzenledik. Çünkü bilgiyi üretmenin, paylaşmanın, yaygınlaştırmanın en etkili yollarından birinin kongreler düzenlemek olduğunu biliyoruz.

Umuyoruz ki, bu üç gün sürecek kongre boyunca yapılacak tartışmalarda ve kongrenin tetiklediği başka platformlarda eğitim felsefesinin farklı boyutları tartışılsın, üretilen ve paylaşılan bilgi daha geniş kitlelere ulaşsın;  daha özgür, daha müreffeh, daha demokratik bir ülke olmak için eğitim adına geliştirilecek stratejilere temel olacak perspektiflere kaynaklık etsin. Yine biliyor ve inanıyoruz ki, bilginin bizi aydınlatmasından, dönüştürmesinden, mücadele irademizi pekiştirmesinden başka silahımız yok.

Kongreler hiç kuşkusuz sayısız kurum, kuruluş ve kişinin özverili çalışması ve desteği ile gerçekleşir. Ben, başta sendikamızın değerli Yönetim Kurulu üyelerine, bilim kuruluna, çalışanlarımıza,  üyelerimize, birikimlerini kongremiz aracılığıyla geniş kitlelerle buluşturmak adına burada bulunan çok değerli katılımcılara ve misafirlerimize en içten şükranlarımı sunuyorum.

Sözlerimi, Filozof Friedrich Nietzsche'nin sözleriyle tamamlıyorum: Bizi güçlü sözlerinizle besleyiniz, zayıf ruhların üzerimize çökmesine izin vermeyiniz