Sivil toplum örgütlerinin, siyasi, felsefi düşünce gruplarının, hemşehri derneklerinin, sendikaların, meslek odalarının kamu otoritesi karşısında kendi mensuplarının hak ve özgürlüklerini savunması, mensuplarına siyaset ve bürokraside alan açma çabası bir anlamda onların kuruluş amaçlarına da hizmet eden bir durumdur. Çünkü; çıkış noktası Batı tandanslı olan bu yapılar, kendilerine farklı bir misyon biçseler de neticede seküler düzlemde hareket etmek durumundadırlar. Dini, felsefi birtakım referans ve motivasyonlarla hareket ettiğini iddia eden kişi ve yapıların ise bu fani dünyadan bir çentik kopartma, güç ve iktidar mücadelesinin bir aktörü olma, bürokraside liyakat, ehliyet, sadakat bariyerinin ötesinde yer ve güç edinme çabaları bu yapıların saygınlıklarına, güvenilirliklerine halel getirmektedir.
Bu yapıların etki alanında kalan bireylerin, mahalle baskısına maruz kalıp aforoz edilme korkusu ise derin bir “Suskunluk Sarmalı”na neden olmaktadır.
Elisabeth Noelle Neumann, ‘’Suskunluk Sarmalı’’ teorisinde “Kişi kendi düşüncelerini oluştururken başkalarının o konu hakkında ne düşündüğünü göz önünde bulundurarak kendi fikirlerini şekillendirir.” der.
Elisabeth Noelle Neumann’ın ‘’Suskunluk Sarmalı’ teorisi, toplumdan dışlanma tehdidiyle başlar ve şöyle devam eder: ‘’Kitle iletişim araçları egemen düşünceyi aktarırken, aykırı düşünceye giderek daha az yer veriyorsa... Bu sarmal sonucunda egemen düşünceyi ifade eden insan sayısında artış olur, aykırı düşünceyi ifade eden insan sayısında azalma olur.’’ Tıpkı bir dönem, Şerif Mardin’in sosyolojik terminolojiye sunduğu ‘’Mahalle Baskısı’’ kavramıyla muhafazakâr camianın dayak yemesi gibi…
Bu teoriyi profesyonelce uygulayan algı uzmanları, gerek kitle iletişim araçlarını gerekse sosyal medyayı yoğun ve etkili bir şekilde kullanıp kendi propagandalarını yayarak gerçekleştirdikleri yargısız infazlarını camdan köşklerinden seyretmekteler. Ta ki; “Suskunluk Sarmalı”nda yaşayan kitleden birinin camdan köşke bir taş fırlatmasına kadar…
Irk, dil, din, yerel / genel siyaset ve bürokrasi ya da siyasi, felsefi hangi referans veya motivasyonla hareket ederse etsin; örgütlü yapıların kamu otoritesi karşısında, etkin bir sivil baskı grubu haline gelmesi; kendi halinde yaşayan bireyin kamu imkanlarından yararlanmasının önünde engel olmaya, kendini ifade etme noktasında umutsuzluğa düşmesine ve haksızlığa uğradığı algısının oluşmasına katkı sunar ve onun “Suskunluk Sarmalı”nda girdiği girdapta boğulmasına, kaybolmasına neden olur.
Bu tablo şimdiye kadar devlet karşısında kendini ifade etmekte zorlanan bireyin bu defa sivil tahakkümle karşı karşıya kalmasına sebep olmaktadır.
Hemşehri gruplarının, ırksal, dinsel, bölgesel ve siyasal motivasyonla hareket eden kişi ve yapıların, hiyerarşik bir disiplinle emir-komuta zinciri içerisinde hareket eden sözüm ona sivil yapıların (!) , kendilerine destekçi arayan siyasetçilerin, bürokrasideki yerini korumak veya terfi etmek isteyen bürokratların; ülke genelinde örgütlenmiş kimi sivil toplum örgütlerinin ve akredite kuruluşların baskı, lobi gücünü kullanmak istemeleri, bu yapılara nüfuz etme çabaları sivil toplum adına bir tehdit oluşturmaktadır.
17-25 Aralık’ta kelepçeli ellerini kameralara uzatarak ‘’Biz Haram Yemedik’’ şovunu yapan kimi haysiyet cellatlarının asıl derdinin yolsuzlukları ortaya çıkarmak olmayıp yaptıkları ve yapacakları yolsuzluklarını perdeleme çabası olduğunun ortaya çıkması gibi; bugün de benzer senaryolarla kamuyu kuşatma çabasındaki kimi kişi ve gruplarca bu durumun tekrarlanabilmesi ihtimal dahilindedir.
Meslek odaları kendi işini, siyasetçi, bürokrat kendi işini, vakıf, dernek, dini, felsefi, bölgesel, bürokratik, siyasi motivasyonla hareket eden yapılar kendi işini yapmayıp; güç, iktidar oyunlarının bir aktörü haline gelmeye çabaladıkça hem kendi saygınlıklarını kaybedeceklerdir. Hem de bunların mücadele ettikleri alanlardaki/sektörlerdeki resmi/özel kurum ve kuruluşlara sivil tahakküm çabası; sirayet ettikleri bu kurumlara lokal düzeyde yeni 15 Temmuzlar yaşatma tehlikesini bünyesinde barındıracaktır. Kurumları bu yapılanmaların vesayetinden koruma görevi vatandaşların ve bu kurumların mensuplarının, vatandaşı sivil tahakkümden koruma görevi ise devletindir.
Hemşehri dayanışmalarının, bürokratik oligarkların, siyasi elitlerin, ırki, dini, bölgesel ve siyasi motivasyonla hareket eden kişi ve yapıların, ülke genelinde çatı örgüt haline gelen akredite kurumlar üzerinde vesayet oluşturmak suretiyle devleti kuşatma çabası ne kendilerine ne de bu ülkeye bir hayır getirmeyecektir. 15 Temmuz hâlâ hafızalarımızdaki tazeliğini korumaktadır.
Yazar Ahmet Özcan ‘’Yenilmiş Asilere Çiçek Verelim’’ isimli kitabında Nikos Kazancakis’in, ‘’Yeniden Çarmıha Gerilmek’’ isimli kitabından alıntıladığı bir öyküsüne yer verir. ‘’Sistemin Dışına Çıkmak’’ başlıklı öykü şöyledir:
’’Bir zamanlar iki kuş avcısı varmış. Dağa çıkıp ağlarını yaymışlar. Ertesi gün geri geldiklerinde ne görmüşler dersiniz? Ağları, tahtalı güvercinlerle doluymuş. Zavallı hayvanlar kaçıp kurtulmak için umutsuzca çırpınıyorlarmış, ama ağın delikleri çok küçükmüş. Nasıl geçsinler? ‘Kahrolası kuşlar bir deri bir kemik’ demiş avcılardan biri: ‘Bunları pazarda nasıl satarız?…’ ’Birkaç gün bekleyelim de biraz şişmanlasınlar.’ demiş öteki, böylece onlara yem vermişler, su içirmişler. Güvercinler de olanca güçleriyle yiyip içmeye başlamışlar. İçlerinden yalnızca biri hiçbir şey yememiş. Güvercinler her geçen gün biraz daha şişmanlıyorlarmış. Yalnızca biri giderek zayıflıyor ve inatla ağdan çıkmaya uğraşıyormuş. Bu durum avcıların onları pazara götürdükleri güne kadar sürmüş. Hiçbir şey yememiş olan güvercin o denli zayıflamış ki son bir çabayla ağın aralıklarından geçmeyi başarmış ve uçup gitmiş.; artık özgürmüş…’’
‘’Gerçek bir toplumsal değişim için sistemin dışında olmak önemlidir. Bedensel ve zihinsel olarak sistemden beslenmemek ve varlığını kendi özgün ve özgür temellerinin üzerine kurmak zorunludur.’’ Der ve devam eder Ahmet Özcan:
‘’Türkiye’de ‘’kutsal devlet’’ anlayışı üzerine bina edilmiş olan sistemin dışına çıkabilmek demek, devletin dışına çıkabilmek demektir. Bunun anlamı ise devletin örgütsel yapısına benzememek, hiyerarşik mekanizmasını taklit etmemek, ………… velhasıl hiçbir boyutuyla mikro devletler kurmamaktır.’’
Sivil toplum konusundaki yayınların önemli kısmında sivil toplum örgütleri NGO yani hükümet dışı örgütler olarak tanımlanmaktadırlar. Doğası gereği hükümetten pay ya da mensupları için kadro talep etme durumunda olan meslek örgütü ve sendikalar ise bir nevi yarı siyasi parti pozisyonunda görülerek sivil toplum örgütü olarak kabul edilmemektedirler.
Devlet yeniden yapılanırken sivil toplum temsilcileri de; akredite sivil toplum kuruluşlarından edinilen kartvizitlerle sanki skolyozluymuş gibi kendileri dışındakilere italik bakmamayı öğrenmelidirler. Kamu otoritesi karşısında oluşturulma çabasına girişilen sivil tahakkümün aslında; kırmızı ışıkta duran, emlak vergisini, motorlu taşıtlar vergisini zamanında ödeyen, evinden işine, işinden evine giden politize olmamış, hiçbir örgütsel yapıyla bağı bulunmayan bu ülkenin asli vatandaşının nefesini keseceğini görerek kartvizitini cüzdanına koymalıdır. Sivil toplum örgütleri bürokratik oligarşiyle birlikte el ele sade vatandaşın devletle buluşmasının önünde engel olma pozisyonuna düşmemelidir…
Sivil toplum bunu yaparken; bürokratlarda devleti babasının çiftliği gibi görmemeli, hemşericilik, dernek, vakıf, sendikal aidiyet, nepotizm, kendisi ya da yakınlarına siyasal alan açma, makamının gücünü kullanarak şahsi hesaplarını görme çabasına girişmeden dürüstçe işine odaklanmalıdır.
Bu noktada herkes kendi işine odaklanmalıdır. Aksi takdirde toplum olarak hep birlikte kaybederiz. Burada asıl üzerinde durulması gereken konu ise bu çabaların nedenidir. Ehliyet, liyakat ve devlete sadakatin yerini mülakat ve akredite kuruluşlara sadakat alınca, o zaman yarış; akredite kuruluşları vesayet altına alma yarışına dönüşüyor. Hükümetler ve akreditasyon değişse de sistem değişmiyor. İşte bu yüzden iflah olmuyoruz. Her ilde, ilçede, kurumda küçük ilahlar (!) peyda oluyor…
Celal DEMİRCİ