Çağdaş bir toplum yaratmada, eğitimin önemine işaret eden Mustafa Kemal, geleneksel eğitime eleştirilerle başlamıştır. Geleneksel eğitimin hem kuruluş sistemi ve hem de özü yönünden milli olmadığını; bu eğitimin dil, tarih, sanat, yani topyekün kültürün gelişmesine uygun olmadığını; geleneksel eğitimin, bütünüyle bilimsel zihniyete kapadığını; eğitimin gözünün bu dünyaya değil, öbür dünyaya çevrildiğinin, bu nedenle de çağın gereklerini ve toplumun gereksinmelerine cevap vermekten uzak bulunduğunu; geleneksel eğitim ve öğretim yöntemlerinin, yaratıcılığı engelleyici nitelikte olduğunu; yalnızca ezberciliğe dayandığını; bunun ise yapıcı ve yaratıcı yeni nesillerin yetişmesini sağlamaktan uzak bulunduğu tespitlerini yapmıştır. (Aytaç, 1988:106).
Atatürk’ün eğitime olan ilgisi, kalkınmada anahtar rol oynaması ve cumhuriyet rejimini sürdürecek yeni nesillerin yetiştirilmesinden kaynaklanmaktadır. Atatürk, Kurtuluş Savaşı sonunda kazanılan askeri ve siyasi başarıdan sonra, ekonomik teknik ve kültürel kalkınma işlerinde de bu liderlik yürütmek istemektedir. Atatürk, kalkınma işlerinde, eğitimin en etkili araçlardan birisi olduğunu görmüştür. O, bu konuda, 22.9.1923 tarihli konuşmasında şöyle der :
“... en mühim, en esaslı nokta eğitim ve meselesidir. Eğitimdir ki bir milleti ya hür muğtakil, şanlı, yüksek bir cemiyet halinde yaşatır, ya da bir milleti esaret ve şerefe terk eder.”
Kurulan her yeni devlet, her yeni rejim, varlığını sürdürme işinde, kendine bağlı bir zihniyetle yetiştirilecek yeni bir nesile ihtiyaç duyar. Bu sebepledir ki, her devlet kurucusunun siyasi programında, eğitim meselesi önemli bir yer tutar.
Atatürkçü düşünce sisteminde eğitim ilkelerinin başında “ulusallık” gelmektedir. Mustafa Kemal, Ankara’da 15 Temmuz 1921’de toplanan “Birinci Maarif Kongresinde” milli eğitimin programında eğitimin “ulusal” olması ifadesiyle şunları anlatmak istemektedir:
“Ancak geniş imkanlara ve vasıtalara sahip olana kadar geçecek savaş yıllarında dahi, dikkat ve itina ile işlenip, çizilmiş bir 'milli terbiye' vücuda getirmeye gayret etmeliyiz. Biz 'Milli terbiye' programından söz ederken eski devrin hurafelerinden, fikri niteliklerimizle hiçbir ilgisi olmayan yabancı fikirlerden, Doğudan ve Batıdan gelen bütün etkilerden uzak, Milli ve tarihi seviyemize uygun bir kültür kastediyorum.”
- Kemal’in “Milli terbiye” ifadesindeki kasıt Türk ulusunun her zamanki haliyle, sosyal ve hayati gereksinmeleri ile çevrenin koşulları ve yüzyılın gerekleri ile tamamen uygun olmasıdır.
Atatürkçü düşüncede, yeni Türk eğitim modellerinin geleneksel ve dinsel eğitim sisteminden arındırılarak çağdaş yöntemlerinin kullanılması, yani eğitimde “ulusallık” anlayışı genelde “Milliyetçilik” anlayışıyla paralellik gösterir.
Eğitimdeki “ulusallık” anlayışı, genel Milliyetçilik anlayışı gibi, toplayıcı birleştirici ve bütünleştiricidir. Atatürk’e göre eğitim ve öğretim sistemi her anlamı ile milli olmalıdır. Bu anlayış, ulusallığı ön plana çıkararak çağdaşlığı reddeden bir düşünce olarak algılanmamalıdır. Bu, çağdaş dünyaya, çağdaş bilime açık, ancak özde ulusal değerleri temel alan bir eğitim anlayışıdır. Bu Osmanlının dinci ve disiplinci terbiye anlayışına karşılık laik ve demokratik bir eğitim sistemidir. Bu sistemin hedefi; Atatürk’ün söylediği gibi yetişecek ve çocuklarımıza ve gençlerimize, görecekleri öğrenim sınırı ne olursa olsun, her şeyden önce Türkiye’nin bağımsızlığına, kendi benliğine, milli geleneklerine düşman olan bütün unsurlarla mücadele etmek gereğinin öğretilmesidir.
Mustafa Kemal’in ulusal bir eğitimle, çocukların ve gençlerin varlıklarına, haklarına birlik ve beraberliklerine ters düşen her türlü yabancı öğeyle mücadele edecek nitelikte ve güçte yetiştirilmesi ifade edilmektedir.
Mustafa Kemal, ulusal bir eğitim programının bir yandan toplum gereksinimlerine cevap vermesi, öte yandan çağdaş bir nitelik taşıması gerektiği görüşündeydi. Atatürk’e göre bağımsızlığı tehlikeye düşüren zaaflarının giderilmesi için eğitim işlerinden de başarılı olmak gerekir. Bu amaçla yapılacak eğitim programlarının iki temel esası, eğitimin toplum gereksinmelerin cevap vermesi ve çağın gereklerine uygun olmasıdır. Atatürkçü ulusal eğitimde; yeni Türk eğitim modelinde geleneksel eğitim sisteminden çağdaş bir eğitim sistemine geçilmesinin şart olduğuna inanılması ve çağdaş eğitimde yabancı fikirlerden ve ilkelerden uzak ve bizim milli değerlerimize uygun olması; eğitimde yapılacak reformların diğer ülkelerin, eğitim sistemlerini aynen kopya etmenin sakıncalı olduğu; geliştirilecek eğitim modellerinde “bize görelik” ilkesinin göz önünde tutulması gerektiği vurgulanmaktadır.
EN ÖNEMLİSİ LAİK EĞİTİM
Atatürkçü düşünce sisteminde eğitimin temel ilkelerinden en önemlisi de halen günümüzde de tartışılan “laiklik” gelmektedir. Saltanatın kaldırılması, Cumhuriyetin kurulması ve halifeliğin lağvedilmesi ile laikleşen devlet yönetimi –siyasetin laikleşmesi – ancak aynı şekilde laikleşen bir toplum, sosyal laiklikle uyumlu bir bütünlük gösterebilirdi. Türk toplumunun içinde yaşadığı dünyayı algılayabilmesi ve laik bir devlet yapısı ve yönetimi ile uyum sağlayabilmesi için laik bir eğitimden geçmesi gerekiyordu Atatürk, 27 Ekim 1922’de laik öğretimin gereklerine şu şekilde açıklıyordu: “Bir milletin gerçek kurtuluşu, eğitimde başarıya ulaşmakla mümkün olur. Bu başarı için de hepimizin yek can yek fikir olarak esaslı bir program üzerinde çalışmamız gerekir. Bence bu programın temel iki noktası;
- Toplumsal yaşamın gereklerini karşılaması ve
2) Çağın gereklerine uygun olmasıdır.”
Atatürk “muasır medeniyet” dediği çağdaş uygarlığa erişmede, eğitimi, dinsel etkilerden ve hurafelerden arındırıp, pozitif bilimsel temellere oturtmak istemektedir.
Eğitimin bu şekilde ve düzeyde laikleştirilmesi, Türkiye’de çağdaş gelişmelere ayak uydurabilecek yeni bir kuşağın, eğitiminde ve yetişmesinde başlıca etken olacaktır. Bu şekil bir eğitimden geçmiş kuşak ve kuşaklar, Atatürk ilke ve inkılâplarını sağlıklı bir şekilde ayakta tutabilecek güçte olacaktır. Laik eğitim ilkesi, Atatürk’ün yalnızca eğitim programının değil, onun aynı zamanda da siyasî, sosyal ve kültürel programlarının ortak bir temel ilkesidir. Atatürk’e göre eğitimde laiklik ilkesi, eğitimin bir yandan dini makamların etkisinden kurtarılarak devletin denetimi altına alınması, diğer yandan da eğitim ve öğretimin amaçları ile içeriklerinin dünyevi gereklere uygun olarak yeni baştan düzenlenmesi anlamını taşımaktadır.
Atatürk, 30.08.1925 tarihinde Kastamonu’da yaptığı konuşmada, bu konuda şöyle der: “Efendiler ve ey millet iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz. En doğru, en hakiki tarikat medeniyedir!”
Laik eğitimden, bağnaz olmayan özgür düşünceli çağa uymada zorlanmayan birey ve iyi bireyler yetiştirmek kastedilmektedir.
Laik eğitim, eğitim programları ve ders içeriklerinin bilimsel ilkelere dayandığı, yönetici ve öğretmenlerin nesnel davranışlar gösterdiği eğitimdi. Bir başka açıdan, eğitimde laiklik, eğitimin dinsel otoritelerin etkisinden kurtarılarak devletin denetimi altına alınmasını ifade ettiği gibi, eğitim ve öğretimin amaçlarının, içeriğinin dünyevi gereklere uygun olarak yeniden düzenlenmesini içerir . Ancak, Atatürk’ün ortaya koyduğu laiklik ilkesine çok partili döneme geçildikten sonra sahip çıkılamamış olması, tutucu çevrelerin, eğitim kurumlarımızı, öğretmen yetiştiren okullarımızı dolayısıyla, öğretmenlerimizi olumsuz yönde etkilemiştir. Bu durum ülkemizde, özellikle 1950’den sonra toplumsal ve politik bölünmelere yol açmıştır.
ÇOK PARTİLİ DÖNEMDE LAİKLİK
Bu olumsuzluktan kaçınmanın yollarından birisi, öğretici ve yönetici personelin laikliği ile sağlanabilir. Ancak, özellikle çok partili dönemden bu ilke delinmiştir. Nitekim, laik batı ülkelerinde din eğitimi veren görevliler okulun yönetim ve eğitim kurullarında katıldıklarını belirtmektedir. Ancak, devlet yönetiminde ve eğitim sisteminde laik uygulamaların gerçekleştirilmesi, laiklikten ödün verilmemesi başta Devletin geleceği, sonra toplumun birliği ve dirliği, bireyin yaşamı için zorunludur. Demokrasinin daha iyi işlemesi içinde buna gerek vardır.
Atatürk, ülkemizde geliştirilecek eğitim modelinde bilim ve tekniğin önemli bir rolü olduğunu belirtmiştir. Milletimizin siyasî, toplumsal hayatında ve zihinsel eğitiminde rehberimizin bilim ve teknik olduğunu vurgulamıştır. Türkiye’mizin bilim ve teknolojide diğer uygar ülkelerin düzeyine çıkabilmesinde eğitimin önemli faktör olduğunu belirtmiş ve eğitimimizin bu ilke çerçevesinde planlanmasını istemiştir. Atatürk, 27.10.1922’de Bursa’da öğretmenlere yaptığı, konuşmada bu konuyu çeşitli yönlerden işler ve bir yerinde şöyle der:
“Evet, milletimizin siyasî, içtimaî hayatında, milletimizin fikri terbiyesinde de rehberimiz ilim ve fen olacaktır Mektep sayesinde mektebin vereceği ilim ve fen sayesindedir ki, Türk milleti, Türk sanatı, iktisadiyatı, Türk şiir ve edebiyatı, bütünüyle inkişaf eder.”
Atatürk’ün bilimsellik ilkesi, eğitim ve öğretimin amaç, içerik ve araçları yönünden bilimin en son seviyesindeki verilere göre düzenlenmesi anlamını taşımaktadır. Atatürk bu ilkeyi, 22 Eylül 1924’de Samsun’da öğretmenlere hitaben yaptığı konuşmada şöyle açıklar: “Dünyada her şey için, maddiyat için maneviyat için, muvaffakiyet için en hakiki mürşit ilimdir, fendir, ilim ve fennin haricinde mürşit aramak gaflettir, cehalettir, delalettir. Yalnız ilmin ve fennin yaşadığımız her dakikadaki safhaların tekâmülünü idrak etmek ve terakkiyetini zamanla takip eylemek şarttır.”
Atatürk çağın “bilim çağı” olduğunu görmüş bilim ve teknolojinin, insanların ve ulusların hayatında giderek artan etkisini anlamıştı. Atatürk için; çağın gerisinde kalmış ülkeyi kalkındırmak ve onu çağdaş ülkeler arasında layık olduğu yere getirmek ilk hedefti. Bunun için başvuracağı tek şey bilim ve teknoloji idi.
MİRASIM AKIL VE İLİM
Atatürk, cumhuriyetin onuncu yılında “Yurdumuzun dünyanın en bayındır ve en uygar ülkeleri düzeyine çıkaracağız. Milli kültürümüzü çağdaş uygarlık seviyesinin üstüne çıkaracağız. Türk milletinin yürütmekte olduğu ilerleme ve uygarlık yolunda, elinde ve kafasında tuttuğu meşale müspet ilimdir” diyerek, bilim ve teknoloji alanındaki gelişmelerin izlenmesinin zorunluluk olduğunu dile getirmiştir.
Atatürkçü Düşüncede bilimsellik bir tür yaşam biçimidir. Bu bağlamda, bugünü de aydınlatıcı nitelikte de olan vasiyeti şöyledir:
“Ben, manevi miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım ilim ve akıldır. Benden sonra benimsemek isteyenler bu temel eksen üzerinde akıl ve ilimin rehberliğini kabul ederlerse, manevî mirasçılarım olurlar.”
1924'TEN GERİYE DÜŞTÜ
Ne yazıktır ki, Atatürk’ün eğitimin bilimsel olması ilkesi, eğitimimizde en az uygulanan ilke olmuştur. Gerçekten programların bu görüşe göre düzenlenmediğini ve orta dereceli okul programlarında matematik ve fen bilgilerine gereken önemin verilmediğini ortaokul ve lise fen kolunda fen bilgisi derslerinin 1924’te %21.6 iken bu oranın 1973% 21.4’e düştüğünü; matematik dersi için ise 1924’te %18.6 iken %16.7’ye düştüğün; eğitim programlarımızın ve eğitim planlarımızın bilimsel araştırmalara dayandırılmadan yapıldığı vurgulanmaktadır.
Atatürk, eğitimin yaygınlaştırılması ve bilgisizlikle savaşı ilke edinmiştir. Millî mücadele yıllarından itibaren Mustafa Kemal, çağdaşlaşma yolunda ilerleyebilmek için, her şeyden önce yaygın bilgisizliğin ortadan kaldırılması ve eğitimin geniş halk kitlelerine yayılması gerektiğini bildirmiştir. 1 Mart 1922’de TBMM toplantı yılını açış konuşmasında bu konu üzerinde durmuş; yüzyıllardan beri ulusu yönetenlerin eğitimi yayma isteği gösterdiklerini belirterek bilgisizliği yok etme çabalarının, özellikle eğitimden yoksun kalmış bulunan geniş köylü kitlesine yöneltilmesi gerektiğini bildirmiştir. Konuşmalarında sık sık bu konu üzerinde duran, Atatürk örneğin 1 Mart 1922’de TBMM’ni açış konuşmasında, yine bu mesele üzerinde durur. Meselenin çözümünün gerekliliğini çeşitli yönlerden inceler ve şöyle der: “Bundan dolayı, bizim takip edeceğimiz maarif siyasetinin temeli, önce mevcut cehli izale etmektir.”
Mustafa Kemal’in düşüncesinde eğitimi yaymak ve bilgisizlikle savaş, halk kitlelerine okuma–yazma, öğretmekten ve genel bilgi kazandırmaktan çok daha öteye giden bir önem taşıyordu. Halkın aydınlatılması, ulusal bağımsızlığın güvencesi olduğu gibi halkı teba olmaktan çıkararak kendi iradesine sahip vatandaşlar haline getirmenin temel koşuluyla Mustafa Kemal’e göre, ulusun kendi benliğine sahip kılmaktan alıkoyan, yüzyıllarca kendinden habersiz yaşatan hep bilgisizlik olmuştur. Hükümdarların, şunun bunun ulusu esir gibi, köle gibi kullanmaları, vatanı kendi özel malikâneleri saymaları, hep halkın bilgisizliğinden faydalanılarak yapılmıştır. halk, kurtuluş mücadelesinin olayları ile bu bilmezlikten sıyrılmıştır. Yapılacak iş dimağları bir daha bir daha bu bilmezliğe düşürmeyecek şekilde hazırlamaktır.
Atatürkçü eğitim programının dayanaklarından “Karma eğitim ilkesi” eğitim ve öğretimde cinsiyet ayrımının kaldırılması, her iki cinsin de eğitim hakları ve olanaklarından birlikte ve eşit olarak yararlanmalarının sağlanması amaç edilmektedir (Aytaç, 1988:110).
Atatürk’ün karma eğitim ilkesine karşı çıkanlar, direnenler olmuşsa da bu ilkenin uygulamasını durduramamışlardır. Ancak, zaman zaman ortamı uygun bulan tutum çevreleri ateş ve barutun yan yana bulunmasının tehlikesini söz konusu ederek bu karma eğitime engel olmak istemişlerdir. Daha 1970’li yılların sonunda İstanbul’daki bir kız lisesinin karma olmasını hazmedemeyecek kadar cüret göstermişlerdir.
Atatürk eğitim konusunda cinsiyet eşitliğine önem vermiştir. Osmanlı İmparatorluğundan devralınan miras, kadın nüfusu, genellikle hor görülmesi, ekonomik ve sosyal hayatın dışına itilmiş bulunması; erkeklerle eşit haklardan yoksun olmasıydı. Atatürk, kadınların ana ve ev kadını olma yanında insan ve vatandaş olarak ekonomik ve sosyal hayatta aktif rol alması gerektiğini anlatmıştır; bir ulusun erkeği ve kadını ile bir bütün oluşturduğunu, kadınların da yüceltilmesi ile bir ulusun yücelebileceğini savunmuştur. Nitekim, cumhuriyetin ilk eğitim bakanı, bir konuşmasında, daha 1923 yılında, yeni rejimin kadın hakları hususunda titiz davranacağını ve iki cinse gerek okulda gerek toplum hayatında eşit haklar verileceğini açıklamıştır. Diyor ki: “Kızlarla erkekler arasında gençlik noktasından, öğrenim noktasından Eğitim Bakanlığı hiçbir fark düşünmemiştir ve düşünmeyecektir. Genç kızlarımızla, genç erkeklerimiz aynı sistem içinde yetişeceklerdir. Kız ve erkek aynı yolda gidecektir”.
Laikliğin ve çağdaşlığın toplumsal ve kültürel değişimle hareketi içindeki anlamı, bu iki olgunun ayrılmaz birlikteliğine dayanır. bu anlamda laiklik, din ve devlet ilişkisini belirleyen bir prensip olmanın ötesinde, bir yaşam biçimi, toplum sorunlarına akılcı ve bilimci bir bakış şeklidir. Bu nedenle laiklik, yeni Türkiye’nin çağdaşlaşma ana hedefinin ayrılmaz ve zorunlu bir parçası olmuştu.
LAİKLİK ZEDELENDİKÇE MESAFE AÇILDI
Laik eğitim zedelendikçe çağdaşlık yara almış ve Türk toplumu ile çağdaş toplumlar, hâlâ Batı toplumları arasında da mesafe de açılmıştır . Mustafa Kemal, eğitime dünyada barışı ve huzuru sağlayıp yaratacak uluslararası bir işlev tanıyan, büyük liderlerden biridir. Bu görüşü ile, o ancak İkinci Dünya Savaşı’nın kanlı boğuşmalarından sonra ortaya çıkan “Dünya Barışı için eğitim” fikrinde UNESCO’ya öncülük etmiş ve şöyle diyor:
“Eğer devamlı barış istiyorsa insan kitlelerinin durumlarını iyileştirecek uluslararası önlemler alınmalıdır. İnsanlığın tümünün refahı, açlık ve baskının yerine geçmelidir. Dünya vatandaşları haset, açgözlülük ve kinden uzaklaşacak bir şekilde gidilmelidir.”
Atatürk’ün ısrar ettiği bir başka husus, eğitim kurumlarının gençleri inançlarında ve düşüncelerinde özgür hale getirmesiydi. Gençlikte bedeni güç, yüksek karakter, düşünce sağlamlığı ve bilgi dolgunluğu görmek istediği gibi, özgür bir düşünce ve inanç dünyası görmek istiyordu. Kurduğu Cumhuriyetin temel felsefesine bağlı olarak biliyordu ki, ilerleme ve yenileşme bilimde ve fendeki gelişmelerle fikir alanındaki gelişmelere karşı açık olmayı gerektirmektedir.
Atatürkçü yeni eğitim programının ilkelerinden “Birlik İlkesi” eğitim ve öğretimde zümresel ya da kültürel cinsten farklılıkların ortadan kaldırılarak birlik sağlanmasını amaçlamaktadır. Bu, milli birliği sağlamanın ilk şartını teşkil eder. Atatürk, 27.10.1922’de Bursa’da öğretmenlere hitaben şöyle der.:
“Hanımlar, Beyler!
Katiyen bilmeliyiz ki, iki parça halinde yaşayan Milletler zayıftır, marizdir.”