Eğitimin Ticarileştirilmesi
Eğitimin ticarileştirilmesi yeniden yapılandırılması adı altında hayata geçirilen uygulamaların tek bir amacı olduğu söylenebilir. Karlı eğitim işletmeciliğinin en önemli özelliği, eğitim hakkını temel bir insan hakkı olmaktan çıkarılarak “piyasada alınıp satılabilen bir mal” konumuna düşürmeyi hedeflemiştir. Bugün eğitim sisteminin içinde bulunduğu durumu göz önüne getirdiğimizde bu konuda önemli derecede yol alındığı görülmektedir.
Bütçe içinde son derece kısıtlı olan sosyal harcamalar içinde önemli bir paya sahip eğitim harcamaları, sosyal harcamaların her geçen yıl azaltılması daha doğrusu özel kesime yönelik kaynak olarak aktarılması nedeniyle sürekli olarak kısıtlanmıştır. Böylece eğitim sistemimiz içinden çıkamayacağı bir krize itilmiştir. Özellikle 1990 sonrası ülke ekonomisini altüst eden krizlerin sıklaşması, ekonomide olduğu gibi eğitim hizmetlerinde de büyük yapısal sorunlara neden olmuştur. Çözüm olarak eğitimin özelleştirilmesi merkezdeki “yük”ün yerel yönetimlere devri gibi çözümler gündeme getirilmiştir.
Tüm yurttaşların eğitim hakkında eşit derece de yararlanmasına yönelik düzenlemeler yapmak yerine eğitim sadece ekonomik gücü olanların yararlanabileceği bir olanak haline getirilmiştir. Türkiye’de neoliberal eğitim politikaları AB Dünya bankası ve DTÖ desteğinde yürütülmektedir. AB’ye uyum çerçevesinde sağlanacak kredi ile temel eğitim ve mesleki eğitim desteklenmesine yönelik projeler hazırlanmıştır bu projelerle eğitim öğretim kurumlarıyla işgücü piyasasının talep ettiği nitelikli insan gücü arasındaki eş güdümü sağlamak hedeflenmiş, iş piyasasının gereksinimlerine yanıt verilecek insan gücünün gelişmesi amaçlanmıştır. Bu projelerle eğitimin amacı iş dünyasına nitelikli eleman yetiştirme hedefine indirgenmiştir. AB kredisi ile yürütülmek üzere hazırlanan projeler şunlardır.
* Temel eğitimin desteklenmesi projesi ( 100 milyon avro) Türkiye’de mesleki ve teknik eğitim kurumlarının modernizasyonunun projesi AB tarafından finansmanı sağlanan bu projeler mesleki ve teknik eğitimin sanayinin gereksinimlerine uygun hale getirilmesi amacıyla yürütülmüştür. Hepimizin bildiği gibi emperyalizm artık orduları ile girmiyor, artık emperyalizmin aracı sermayedir.
Küreselleşmeyi yatan ve kullanan sermayedir. Sermaye nerede kar varsa oraya akmaktadır. Sermayenin şimdiki saldırı alanı eğitim ve sağlıktır. Artık parası olan eğitilecek parası olan iyileşecektir. Oysa insanlığın vara vara ulaştığı son nokta sosyal hukuk demektir. Sosyal devletin olmazsa olmaz iki kurumu sağlık ve eğitimdir. Artık yavaş yavaş devlet sağlık ve eğitimden elini çekmeye doğru gitmektedir. Neo liberal ekonomik politikaların etkili bir biçimde uygulandığı alanlardan biri olarak eğitim sektörü ticari bir faaliyet alanına getirilerek özelleştirilmiştir. Türkiye’de eğitim alanında uygulanan özelleştirme politikaları sonucu açılan özel okul, dershane, kurs ve üniversiteler oldukça yüksek ücretler karşılığı kalitesi tartışılır nitelikte hizmet sunmaktadır. Özel okullara “destek paketi ile vergi indirimi bedelsiz arsa tahsisi” çocuğunu bu okullara kayıt yaptıranlara faizsiz kredi gibi teşviklerle desteklenip kamu okullarına göre oldukça ayrıcalıklı konumda olduğu görülmüştür. Hizmetlerinden sadece seçkinlerin yararlanabileceği modern Enderunlar yaratılmaya çalışılacaktır. Neo-liberal ekonominin eğitim sektörüne yaklaşımının bir boyutu eğitim hizmetlerinin başlı başına karlı bir uğraş olmasıdır. Bu kapsamda bir taraftan eğitim hizmetleri özel kurumlar aracılığıyla birer ticari meta olarak alınıp satılır bir hale gelirken diğer yandan devlet bu alanlarda ki görev ve sorumluluklarını sivil toplum kuruluşlarına ve diğer uluslararası yardım kuruluşlarına devretmektedir. Kemal İnal’ın yaptığı bir araştırma eğitim alanındaki görev ve sorumluluklarını sivil toplum örgütlerine, kamu Kurumlarına ve diğer uluslararası yardım kuruluşlarına devrettiğini göstermektedir. Kemal İnal’ın listelediği bazı proje ve kampanyalar bu duruma açıkça artmaya koymaktadır. İnal’a göre başbakanlığın eğitime yüzde yüz destek projesi Van 100. Yıl Üüniversitesi öğretmenleri ve öğretmenlerinden oluşan bir gruba başlattığı, “başlarsa hayat yeniden, ÇYDD ve Turkcell in başlattığı kardelenler, garanti bankasının deniz yıldızları, ÇYDD ve Schnider elektrikin çağdaş yatılı liseli kızlar projesi, ÇYDD uluslararası taşımacılık Sentronj, Ege kimya ve Turkish Education bir kızım var öğretmen olacak, ÇYDD ve Mercedes Benz’in her kızımız bir yıldız, ÇYDD ve Ericson’un bilgi topluma kızları, Antalya Valiliğinin sevgi köyü ve çok ortaklı çağdaş lise mezunu kızları meslek edindirme ve üretime katma ile alanlarda çocuklu projeleri devletin eğitim sektöründen çekildiğini göstermektedir.
Bu projelerin yanı sıra İnal, milliyet gazetesinin baba beni okula gönder, MEB haydi kızlar okula, Arçelik’in eğitimde gönül birliği vb… eğitim hakkının nasıl göreli, keyfi ve zengin hayırseverlerin merhametine bağımlı hale geldiğini ortaya koymaktadır. Bu kampanyalar ve projeler Türkiye’de eğitimin her bireyin insan ve yurttaş olmasından kaynaklanan bir hak olmasından çıkıp bir sadaka haline geldiğini işaret etmektedir. Parası ve olanağı olmayanlar aynı zamanda devletin gereksinim duymadığı ve buna bağlı olarak yurttaş olarak göremediği bireylerdir. Bu kesimler ya kendi başının çaresine bakacak yada hayırseverlerin yardımına layık olacaklardır.
1980’lerden bu yana eğitimde özelleştirmenin ve piyasalaşmanın sonucu belliydi. Bugün özel okulların sahipleri belliyken kamu okulları sahipsizdir. Özel okulları türlü çeşitli gelirleri, öğrenci harçları, kağıt parası, etkinlik için ödemeler, devlet yardımları, piyasadan alınan bağışlar, hibe ve krediler vs. varken kamu okulları sadece düşük resmi bütçe kalemi (devletten gelen az bir miktar para) ile sene başında alınan öğrenci kayıt paralarının dışında bir gelire sahip değildir. Devlet bütçesinden gelen para çok az olduğu için her kamu okulu en temel hizmetini (okulun temizliği, ısınma, fotokopi, boya badana vs) bile karşılamak için velinin kapısını çalmaktadır.
AKP hükümetinin 2002 den itibaren hızlandığı eğitsel yapısal dönüşümde hedef olarak gösterilen küreselleşme sosyolojik olarak bir gereklilik biçiminde ifade edilmesine karşın asıl hedef (neoliberal bir devlet, toplum ve eğitim sistemi) gözlenmiştir. Gelinen noktada bugün artık yapısal dönüşüm epeyce yol almış durumda, zira parasız okul okumak imkansız, okurlar ortasında, kalitesine göre ikiye ayrılmış durumda, kamudaki eğitim nitelisksizleştirilerek dershane ve kurs piyasası sürekli canlı tutulmakta, ders kitapları ilköğretimde bedava ama ders kitapları piyasası her gecen gün büyümekte ve devlet ders kitaplarını kendi matbaalarında bastıracağına özel sektöre havale ederek kamuda özele ciddi bir kaynak aktarımında bulunmaktadır…
*** Dershane ve özel üniversiteler sayısal olarak çoğalmaktadır. Gerçekten, eğitim sektöründe kamunun çekilmesini ve yerini özel sektöre bırakılışını rakamlar çok açık olarak göstermektedir. Eğitimsen’in 2007-2008 Eğitim ve Öğretim yılı başındaki araştırmasının da ortaya koyduğu gibi 2.122 olan dershane sayısı 2007 yılında 3.986’ya çıkmıştır. Aynı zaman dilimi içinde özel özel dershanelerde çalışan öğretmen sayısı 19.881 olan 47.621’e, öğrenci sayısı ise 606.522’den 1.071.827’ye yükselmiştir. Eğitim sektöründeki bu özel kurumların sundukları hizmetler için talep ettikleri ücretler oldukça yüksektir. Bu durum eğitim hizmetleri, alanında uygulanan neo-liberal ekonomik politikalarının zenginler ve yoksullar arasındaki uçuruma derinleştirdiği ve esas olarak yoksul kesimlerin eğitim olanağından dışlandığını göstermektedir. Bunun yansıra iddia edilen ucuz kaliteli hizmet üretiminin gerçekleşmediği de bilinen bir gerçektir.
Üniversitelerde gericileşme
Üniversiteler özel sektörün denetimi altına girmeye hazır hale getirilmiştir. 1960 yıllarının sonlarından itibaren sınai üretim ve emek üretkenliğiyle birlikte işsizlik ve enflasyon oranları artmaya başlamış; iç ve dış pazarlarının çoğalmasıyla da sanayileşmiş ülkeler arasındaki rekabet kızışmıştı. Kızışan rekabet, birçok ülkede çeşitli sektörlerde ve firmalar düzeyinde bir krize yol açmıştı. Firmalar bu krizi ürün farklılaşmasına giderek ürün geliştirme sürecini kısaltarak üretim maliyetlerini düşürmek için sendikasızlaştırma ve taşeronlaştırma yöntemlerine başvurarak, eski teknolojilerini ve üretim birimlerini düşük ücretli çevre ülkelere kaydırarak, AR-GE faaliyetlerine önem vererek vb. aşmaya çalışılmıştı. Üniversiteler, teknolojik araştırmaların yürütülmesi ve politikalar için stratejik politikalar üretilmesinde önem ve önceliği dinamikleşen özel şirketlere kaptırmışlardı. Böylece Think Thank AR-GE ve özel araştırma kuruluşları 1970’lerin sonlarına gelindiğinde öne çıkmaya başlamıştı. Artık üniversiteler özel sektörün denetimi altına girmeye hazır hale getirmiştir.
Yüksek öğrenim büyük sermaye gruplarına ısmarlama yoluyla eleman yetiştirir duruma gelmiştir. Neo-liberal ekonominin eğitim sektörünü etkilediği bir diğer eksen gereksinim duyulan iş gücüne uygun eğitim programları uygulamaktadır. Bu bağlamda, üniversite öğreniminin eleştirel, bağımsız düşünebilen, toplum ile etkileşim içinde olan bir bilgi edinme ve oluşturma niteliğinden uzaklaşıp piyasanın gereksinimine duyduğu iş gücüne uygun mesleki eğitim veren kurum haline geldiği ileri sürülebilir. Kuşkusuz bu kar ve piyasa amaçlı yaklaşım, bazı meslek gruplarını tercih edilir hale getirirken diğer iş alanlarını önemsizleştirmektedir. Böylece bu alanda düşük ücretli ve kötü çalışma koşullarının oluşturulması meşrutiyet kazanırken, değer kazanan veya yükselen çalışma alanlarında estirilen rekabet rüzgârı bu kesimlerde baskı altına almasına neden olmaktadır. Kısaca, özellikle yükseköğrenim büyük sermaye gruplarına ısmarlama yoluyla eleman yetiştiren konuma gelmiştir. Bu durum, hem üniversite öğrenimin niteliklerine hem de onun toplumsal, eleştirel konumuna zarar vermektedir.
Yükseköğrenimin yükünü yalnızca devletin sırtına yüklenmesinin yanlışlığı ileri sürülmüş; özel kişi ve kurumlarında bu konuda vakıflar aracılığıyla güçleri oranında katkıda bulunmaları gereği savunulmuştur. Kuşkusuz vakıf adına yakışan da bu olabilirdi. Bizim tarihimizdeki ve dünya pratiğindeki yerine bakıldığında görülür ki vakıf demek bireyin zenginliğinin kamuya ve topluma aktarılmasına aracı olan kurum demektir. Fakat, son yıllardaki uygulamalar çerçevesinde vakıf uygulamaların ifade ettiği anlama bakacak olursak , kamusal kaynakların ve toplumun geniş bir kesiminin (öğrencilerin ve ailelerin) birikimini, bazı varlıklı kişiler ve aileler tarafından özümsenmesinden başka bir görünümle karşılaşmamız olası değildir. (nasıl bir üniversite savaşımı yanıtını vermek, günümüzün siyasal iktidarları açısından hiç de zor görünmemektedir. Başbakan, bu sorunun yanıtına temel oluşturacak görüşlerini, bir süre önce açıkça ortaya koymuştur. Başbakana göre bir bütün olarak eğitimden devlet elini çekmeli ve eğitim faaliyeti özel sermaye ve “3. Sektör” eliyle yürütülmelidir; dolayısıyla eğitim faaliyeti ve bu arada üniversiteler kamusal alanın dışına çıkarılmalıdır. Burada 3. Sektör olarak anılan olgunun vakıfları ve özellikle de bir takım sözde tarikatların güdümündeki vakıfları ifade ettiğini tahmin etmek zor olmasa gerekir. Bunun anlamı tarikat, siyaset, ticaret üçgeninin eğitim alanında da bütünleşmesinden başka ne olabilir? Bir yandan kimi üniversite hocalarının ideolojik eğilim taşımalarını eleştirirken diğer yandan ve aynı günlerde eğitimde özelleştirilmesini savunmak suretiyle neo-liberal ideolojinin katıksız bir temsilcisi olarak ortaya çıkarılmış olması, düşündürücüdür.
Özel vakıf üniversitelerinin bütçelerinin %45 ine varan bir bölümünün devlet tarafından karşılanması yasayla öngörülmüştür. YÖK yasasının 18. Maddesinde 26.6.2001 tarihinde sessiz sedasız yapılan değişiklikle özel vakıf üniversitelere “devlet yardımı yapılır” biçimine dönüştürmek sureti ile bu katkı daha da kesin bir zorunluluk haline getirmiştir. Özel vakıf üniversitelerine Maliye Bakanlığı eli ile yapılan devlet yardımı 12 Trilyona ulaşmıştır. Bu miktar başta YÖK’ün ilk başkanının kurucusu olduğu üniversite olmak üzere, en güçlü 4 özel üniversite arasında değişen paylarda bölüştürülmüştür. Her türlü devlet harcamasından kısılmaya gidilmesi öngörüldüğü 2002 yılı bütçesinde özel vakıf üniversitelere bütçeden fiilen ayrılması öngörülen miktar, 8,5 Trilyon kadardır. Bütçeden sağlanan bu yardımlar, özel vakıf üniversitelerinin yararlandıkları kamusal olanaklarının yalnızca bir bölümüdür. Bu üniversitelere ucuza yada parasız sağlanan kıymetli kent arazileri başta olmak üzere diğer kolaylıkları da bu kaleme eklemek gerekir.
AKP döneminde son yıllarda neredeyse her birkaç ay içinde yeni bir vakıf üniversitesi açılmaktadır ve vakıf üniversitelerine yapılacak devlet yardımındaki sınır kaldırılmıştır. Vakıf üniversiteleri üniversite sınavlarında yeterince yüksek puan alamamış varlıklı öğrencilere yüksek öğretim olanağı sağlamakta, varsıl çocuktan daha yüksek puan almış olan yoksul çocuklar sistemin dışında kalmaktadır.
Eğitimde dinselleşme
Okullarda kutlu doğum haftası uygulamaları her yıl artmaktadır. Diyanet işleri Başkanlığı aracılığı ile imamların toplum hayatındaki etkisinin arttırılması, camilerin ailelere ve çocuklara açılması, aile imam uygulanması planlanmaktadır. Cemaatlerin “sohbet” toplantılarında, AKP’li belediyelerin de açtıkları bilgi evleriyle mesleki eğitim merkezlerinde yaptıkları dini propagandalar giderek yaygınlaşmaktadır. Mardin Artuklu Üniversitesi’nin yeni akademik yılı Kuran-ı Kerim okunarak öğretime başlamaktadır. Türkiye, “Bilim ve din çelişirse, her zaman din doğrudur” görüşünde olanların yüzde 77’yi bulduğu ifade edilmektedir.
Henüz okula yeni başlamış öğrencilere ( birinci sınıf öğrencilerine) “Banyoda çıplak yıkanırsanız cin çarpar” öğüdünde bulunulması, emekli imamların okullarda görevlendirilmesi; Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlığı içeren, harf devrimini kötüleyen, “40 hadis güldestesi” gibi kitapların öğrencilere dağıtılması bu dönemde başlanıldı. Kısacası “akla dayalı bilgilerin yerini “nakle dayalı bilgilerin” aldığı döneme geçildi.
Üniversitelerin biyoloji alanında çalışan öğretim elemanlarının, önemli bir bölümü yaratılış düşüncesini benimsediği gibi, üniversiteye gelenler bu düşünceyi evrim kuramını benimseyenlerin oranı açısından %27 ile tüm ülkeler içinde sonuncu durumdadır.” Kadının yeri evidir” biçiminde düşünen insanların çoğunluk açısından da tüm ülkeler içinde Hindistan ile başı çeken ülke Türkiye’dir. Akıllı tasarımı adlı dini düşünce ABD’de yargı kararıyla ders kitaplarından çıkartılırken Türkiye’de ”Evrim teorisine” atıfta bulunan ifadeler ders kitaplarından çıkartılmıştır.
Kız öğrencilerin ve kadınların giderek din adamlarına değil de tutucu yorumlar getiren din adamlarına inandıkları görülmektedir. Öğrenciler arasında yaygınlaşan bir başka durum , tarih ve Osmanlı sevgisini, Osmanlı hayranlığı boyutuna taşımasıdır. Osmanlı hayranları çoğunlukla nedense padişahın kulu olmayı, Cumhuriyetin yurttaşı olmayı yeğlemektedir.
Son yıllarda ders kitapları yenilenmekte ve uygulamaya konan ilköğretim proğramların göre uygun ders kitapları hazırlanmaktadır. Ancak bu kitaplarda ABD’ye karşı olmayan dincilik-ılımlı İslam anlayışı ile girişimcilik öne çıkarılırken toplumsallık ve yurtseverlik arka plana itilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesi emperyalizm karşıtlığıdır. Oysa bazı ders kitaplarında emperyalizme karşı olmak kötü bir şeymiş gibi anlaşılmaktadır.
Müfredatta gericileşme
Küresel düzeyde rekabet gücüne sahip ekonomik sistemin gerektirdiği bilgi ve becerilerle donatarak geleceğe hazırlayan eğitim ve öğretim hedefi getirilmiştir. Laik, bilimsel ve toplumsal amaçların yerini piyasacı amaçlar almıştır. Bu anlayış da müfredata yansımıştır. Kitaplarda ekonomiye duyarlı, rekabetçi, girişimci olma gibi vasıflara sahip, kısaca neo- liberal, bireylerin yetiştirilmesi hedeflenmektedir. Fakat gözden kaçan bir nokta risk almak, kariyer geliştirmek, girişimci ve lider olmak ilköğretim çağındaki çocuklara öğretilmektedir. Yeni müfredat ile hedeflenen, aslında geleceğin muhafazakâr- liberal kuşakları, beyinler yetiştirmek istenmektedir.
Küreselleşme sürecinde Ulus Devletlerin karşı karşıya olduğu bir sorun da ulusal müfredatlara dışarıdan müdahale edilmesidir. Batı müdahaleyi yaparken bilinen kavramları kullanamazdı. Önce kendisi gibi düşünen insanlar yetiştirmesi gerekiyordu, bu da yeni kavramlar gerektiriyordu. Bunu için bir yandan da oturmuş eğitim kavramları kullanımından uzaklaştırılarak hafızalardan silinme yoluna gidildi. Beyinleri esir almaların yolu kendi kavramlarıyla düşünen insanlar yetiştirmekten geçer. Eğitim Fakülteleri 1990’lı yıllardan beri yapılan dersler bu kavramlar üzerine oturdu. Genç öğretmenler bu kavramlarla düşünmeye başlamıştı ve artık 2004 yılına gelindiğinde sıra bu kavramları kamuoyuna mal etmeye gelmişti. Çünkü yeni proğramları başka türlü anlatmaları olası görünmüyordu. Öğretmenlere yönelik hizmet içi eğitimler ve pilot okul çalışmaları hep bu kavramları yerleştirmek üzere yapıldı.
Eğitimde gerici kadrolaşma
Artık Milli eğitimdeki yönetici özellikleri, öncelik sırasına göre; ilahiyat alanında lisansüstü eğitim almış din bilgisi öğretmeni imam hatip kökenli ilahiyatçı din bilgisi öğretmeni/alt özelliği olmayan din bilgisi öğretmeni olarak sıralamaktadır. Daha sonra ise imam hatip kökenli diğer branş öğretmenleri gelmektedir. Milli Eğitim Bakan’lığına yapılan öğretmen sayısının her zaman Din bilgisi branşında kadro fazlalığı yaşanmasının tek nedeni, çok kısa sürede bu kişilerin yönetici pozisyonlara getirilmesi ve yeniden boş kadro oluşmasıdır. Gelinen süreçte okul müdür ve müdür yardımcılarının çoğunluğunu artık rakipsizlikten, kendi içinde detaylarla uğraşır hale gele gelmiştir.
AKP iktidara geldiğinde, yükseköğretimdeki açık kadrolara eleman alınmasını durdururken ve yüzbinin üzerinde öğretmene gereksinimi olan Milli Eğitim Bakanlığı’na ancak 20 bin kadro verilmiştir.
Kimilerinin geçimlerini sağladıkları mesleklerini, toplumsal yarar için değil de bir siyasal anlayışın emrine sunarak teslim oldukları görülmekte ve bu durum giderek artmaktadır. Örneğin 1960’lı yıllarda açılan Türkiye Bilimsel Ve Teknik Araştırma Kurumu (TUBİTAK), AKP’NİN gerçekleştirdiği yasal değişiklileri sonunda, yeniden yapılandırarak Başbakanın seçtiği kişililerle doldurmuştur. Bu yeni yapısıyla TUBİTAK’IN evrim kuramı gibi bilimsel görüşün temeli olan bu anlayışa tepkili hale gelmesi, bu kurum çalışanlarının, mesleklerine ve bilime sahip çıkmak yerine siyasal güce bağımlı olmayı yeğlediklerini göstermektedir.
4+4+4 ve eğitim kaos dönemi
Yıllar içinde eğitim sisteminde yaşanan ticarileştirme uygulamaları ve eğitimi dinselleştirme adımları ile birlikte gündeme getirilen 4+4+4 dayatmasına karşı toplumun en geniş kesimleri ile birlikte yükselen itirazlar dikkate alınmamıştır.
4+4+4 dayatması nedeniyle okul kapıları 2012-2013 eğitim öğretim yılında büyük bir kaos a açılmıştır. Eğitimde yaşanan ve en az birkaç yıl daha devam etmesi beklenen kargaşa un tek sorumlusu, eğitim gibi önemli bir alanda dayatma ile değişiklik yapan AKP iktidarıdır.
Okula başlama yaşının erkene alınması ciddi sorunlar yaratmıştır. 4+4+4 uygulamasıyla 60-71 ay arası çocuklarımızın ilkokula başlamasının gündeme gelmesi, başta eğitim bilimciler olmak üzere, ailelerin itirazlarıyla karşılanmıştır. Ancak MEB, 4+4+4 ün tüm topluma yönelik açık bir dayatma olduğunu ispat edercesine konuya çözüm bulmak yerine, bu yaş grubundaki çocukların ailelerine çocukları için ‘’ilkokula başlamaya uygun değil’’ raporu almaya yönlendirmiştir. 4+4+4 eğitim düzenlemesiyle ilköğretime başlama yaşı bir yıl öne alınırken, okul öncesi eğitime vurgu yapılmamıştır. Yapılan araştırmalar okul öncesi eğitim almış çocukların, bu eğitimi almamış akranlarına kıyasla hem ilköğretime daha iyi uyum sağladıklarını hem de üst öğrenim basamaklarında daha başarılı olduklarını göstermektedir.
Genel olarak dünyadaki birçok ülkede en az 72 aylık çocukların ilköğretime başlatılmaları ve ilköğretim öncesinde okul öncesi eğitim uygulamaları bir tesadüf değildir. Üstelik Türkiye’de 1983-1985 eğitim- öğretim yıllarında 5 yaş çocuklarının ilköğretime alınmaları denenmiş ve uygulamanın başarısızlıkla sonuçlanması üzerine hemen vazgeçilmiştir. İlköğretime başlama yaşının belirlenmesi konusunda çocuğun zihinsel gelişiminin yanında fiziksel, sosyal ve psikolojik gelişimini de dikkate almak gerekmektedir. Ancak MEB, bu değişikliğe ilişkin itirazları ve bilimsel gerçekleri yok sayarak, okul başlama yaşını bir yıl erkene almıştır. Bu karar, çocukların 4+4+4 sisteminin uygulanmasında kobay olarak kullanılmasından başka bir anlam taşımamaktadır.
Gelişim dönemi açısından henüz oyun çağında bulunan 60-71 aylık çocukların, temel eğitim açısından son derece önemli olan okul öncesi eğitim almadan ilkokula gönderilmesinde ısrar edilmesi çocuklarımıza yapılmış en büyük kötülük olmuştur. Bu yaş grubundaki çocukların okula başlatılması ruhsal, duygusal ve bilişsel gelişimi açısından ciddi sorunlar yaratacak, çocuğun bütün eğitim yaşamı ve sonrasında telafisi mümkün olmayan olumsuzluklar ortaya çıkaracaktır.
5 yaş çocuğunun (60-71 aylar arası) zihinsel, fiziksel, sosyal ve psikolojik olarak ilkokula gitmeye hazır olmadığı bilimsel bir gerçekliktir. Çocuğun okul eğitimine katılabilmesi için gerekli sosyal, duygusal, bilişsel, dil ve motor becerilerinin gelişimi 6 yaştan (72 ay) önce tamamlanmamaktadır. MEB’in bu konuda geri adım atmaması durumunda yüzbinlerce çocuk, eğitimde 4+4+4 dayatmasının kobayları olmaktan kurtulamayacaktır.
MEB, sınıf öğretmenlerinin 60-71 ay yaş grubu çocukları için pedagojik formasyon almadığı gerçeğini görmezden gelmiştir. Sınıf öğretmenlerinin gelişim düzeyi birbirinden çok farklı olan okul öncesi çağdaki çocukları aynı müfredatla eğitmeye zorlaması büyük bir dayatmadır.
4+4+4 ile kalabalık sınıf sorunu büyümüştür
Geçtiğimiz dönemlerde her yıl ortalama 1 milyon 200 bin çocuk birinci sınıfa başlarken, bu yıl otomatik olarak 2 milyon 313 bin 888 öğrencinin kaydı yapılmış, 1 milyon 758 bin öğrenci fiilen okula başlamıştır. 2012-2013 eğitim öğretim yılında birinci sınıfa başlayan çocukların sayısının 2 katına çıkması, sınıf mevcutlarını özellikle büyük şehirlerde ortalama 70-80’e çıkarmıştır. Bu durum özellikle okul öncesi çağda olmasına rağmen, MEB’in dayatmacı tutumu nedeniyle ilkokula yeni başlayan öğrenciler ve öğretmenler için eğitim ve öğretim sürecinin sağlıklı yürütülmesini büyük ölçüde engellemiştir. Henüz oyun çağında olan ve okulla daha yeni tanışacak çocukları, 3er kişilik sıralarda balık istifi olarak tutmak mümkün değildir. Öğretmen ile öğrenci arasındaki ilişkinin sağlıklı bir şekilde olması için en fazla 24 kişilik sınıflar olması gerekirken, çok sayıda öğretmenin kalabalık sınıflarda, uzun süre çoğu öğrencinin adını bile öğrenemeden görev yapmak zorunda kalacak olması, hem çocuklarımıza hem de öğretmenlerimize karşı yapılmış büyük bir haksızlıktır. MEB, bu yıl okula kaydı yapılan öğrenciler için gerekli olan derslik açığının kapatılması adına bazı okul müdürlerinin odasını dersliğe dönüştürmekten başka adım atmamıştır. Eğitimde 4+4+4 düzenlemesi ile birlikte kalabalık sınıflarla taşımalı eğitim sorununun daha da büyüyeceği, mevcut okul ve derslik açığı sorunu çözülmeden atılacak her adımın sistemi kaosa sürükleyeceği ortadayken, MEB duyarsız ve vurdumduymaz tutumunu sürdürmektedir.
Okulların alt yapı ve fiziki donanım sorunları sürmektedir
Türkiye’de okulların yıllardır fiziki altyapı sorunları yaşadığı bilinmektedir. Her eğitim öğretim yılında yaşanan fiziki altyapı ve donanım sorunları eğitimin sağlıklı bir şekilde gerçekleştirilmesini engellemektedir. Geçtiğimiz yıllarda mevcut hali ile son derece yetersiz olan okulların mevcut fiziki yapı ve donanım eksikliklerine rağmen 4+4+4 sistemine geçilmiş olması beraberinde büyük sorunlar getirmiştir. Mevcut okulların fiziki altyapıları 4+4+4 için son derece yetersizdir. Özellikle ilkokullar 8-9 yaşındaki çocukların fiziki durumuna uygun olarak yapılmıştır. Birinci sınıflar 5-6-7 yaş grubu öğrencileri bir arada okuması uygun olmadığı bilinmesine rağmen bunun için gerekli önlemler alınmamıştır. Okullarda 5 ve 6 yaş grubu çocukların boylarına uygun sıra sandalye, tuvalet ve lavabo bulunmamaktadır. Okulların giriş çıkışları, merdiven basamaklarının yüksekliği, özellikle 60-71 ay aralığındaki çocuklara uygun değildir. Özellikle birinci sınıfta sınıfların kalabalık olacak olması aynı sırada 3 öğrencinin oturmasına bile yetmeyecek, bir sırada 4-5 öğrencinin oturmak zorunda kalacağı görüntüler ortaya çıkacaktır. 60-71 aylık çocukların fiziksel gelişimi açısından okul sıralarında oturamayacağı bilinmesine rağmen yanı sıra 4-5 öğrencinin oturtulmak istenmesi çocukların eklemleri başta olmak üzere fiziksel gelişimi üzerinde kalıcı hasarlar bırakma tehlikesini gündeme getirecektir. 2012-2013 eğitim öğretim yılı başlamış olmasına rağmen ilkokulların yarısından fazlasının altyapı ve fiziki donanımları özellikle birinci sınıflara başlayacak çocuklar için hala uygun değildir. Yüksek sıralar, tuvalet ve lavabolar 72 aydan küçük çocuklar için ciddi kaza tehlikeleri içermektedir. Bütün bu eksikliklere rağmen bakanlığın hiçbir sorun yokmuş gibi davranması eleştirilerimizi duymazdan gelmesi ayrıca üzerine düşünülmesi gereken bir durumdur.
Milli Eğitim Bakanı, Organize Sanayi Bölgesinde kurulacak özel meslek liselerini öğrenci başına yaklaşık 1500 TL teşvikle destekleyeceklerini, aynı zamanda bu okullarda eğitim göreceklerin maliyetinin bir bölümü devlet tarafından üstlenilerek işadamlarının kendi okullarını kurmalarının sağlanacağını açıklamıştır.
6111 sayılı torba yasada 16 yaşından küçüklere ödenen asgari ücretin brüt asgari ücretin üçte ikisinden , net asgari ücretin üçte birine düşürülmesinin ardından, 4+4+4 düzenlemesi ile önceden yüzde on olan stajyer öğrenci çalıştırma sınırlamasını tamamen kaldırılması, patronlara meslek okulları kurma ve işletmenin kapılarını ardına kadar açmıştır. 4+4+4 uygulaması ile çocukların okul ortalamalarının dışına çıkarak ucuz ve nitelikli işgücü kaynağı haline dönüşmelerine zemin hazırlamıştır. İşletmeler önceden çalışan sayısının ancak yüzde onu kadar stajyer öğrenci çalıştırabiliyorken, yasa değişikliğiyle bu sınırlama tamamen kaldırılmış ve çocuk emeği sömürüsünün sınırlarını genişletilmiştir. Bu durum, bir taraftan çocuk işçiliğinin yaygınlaşmasına hizmet ederken, diğer yandan da eğitimin niceliksel ve niteliksel gelişimine de olumsuz etkilerde bulunacaktır.
Yapılan araştırmalar, ergenlerinin ilgilerinin 17-18 yaşlarında kararlılık göstermeye başladığını, bununla birlikte sürekli değiştiğini ortaya koymaktadır. Dolaysıyla gelişmiş birçok ülkede ve özellikle Avrupa ülkelerinde mesleki yönlendirmenin orta öğretimin son yıllarında yapılmasına rağmen, Türkiye’de yani adıyla ortaokul düzeyine indirilmesinin hiçbir bilimsel dayanağı yoktur. 4+4+4 dayatması ile eğitimin her kademesinde özellikle yoksul, emekçi çocuklarına yönelik olarak, fiilen bir eleme sistemi oluşturulmuştur. Meslek tercihi ve meslek eğitimi, dünyanın pek çok ülkesinde temel ve genel eğitimden sonra yapılmaktadır. Sağlıklı bir meslek tercihi, çocuğun kendi ilgisini, yeteneklerini, değerlerini, kişilik özelliklerini tanıması; meslekleri, mesleğin gerektirdiği eğitimi, istihdam olanaklarını ve koşullarını tanımasıyla mümkündür. Yıllardır eğitim sisteminde yaşanan yoğun ticarileştirilme uygulamaları ve eğitimi dinselleştirme adımlarına karşılık toplumun en geniş kesimleri ile birlikte yürütülecek birleşik bir mücadelenin ne kadar önemli olduğunu açıktır. Herkese eşit, parasız, laik, bilimsel ve anadilinde eğitim hakkı mücadelesinin güçlenmesi ve yaygınlaşması bugüne kadar yapılan bütün itirazlar, başta Eğitim Sen olmak üzere, bugün burada bulunan kurumlar tarafından yapılan bütün toplantı, panel, eylem, miting vb. gibi etkinliklere rağmen Milli Eğitim Bakanlığı yanlışta ısrar etmeyi sürdürmektedir.
Hasan Güneş hgunes0202@gmail.com
KAYNAKLAR
Akkaymak, G.(2010-( (Temmuz- Ağustos)) Neo liberalleştirilen Öğrenciler. Eleştirel Pedegoji.Yıl2/Sayı 10, S,28
Aydoğanoğlu, E.(2012). (Yayına Hazırlayan).Eğitimde AKP’nin 10 Yılı. Ankara: Eğitimsen yayınları
Dinçer.(2007).Neo-liberalizm Eğitim Sistemini Sermaye Lehine Yeniden Yapılandırıyor. Küreselleşme ve Eğitim(Yayına Hazırlayan: Ebru Oğuz ve Ayfer Yakar). Ankara: Dipnot Yayınları
Eroğlu, O.(2005). Neoliberal Politikaların Eğitime Yansımaları. İnternet:80.251.40.59/edu.. Ankara. edu
Işıklı, A.(2006).Yükseköğretimin Özelleştirilmesi(Nasıl Bir Üniversite) Küreselleşme ve Eğitim. Ankara. Ankara Üniversitesi Basımevi
İnal.:(2011-( Ocak- Şubat). Neoliberal Parkura Koşar adım. Âmâ Nereye). Eleştirel Pedagoji. Yıl 3 Sayı 13, S18,19
İnal,K.(2008). Eğitim ve İdeoloji. İstanbul:Kalkedon
İnal.(2011-Eylül- Ekim). Eğitimde Özelleştirme. Eleştirel Pedagoji. Yıl2/sayı 11
Morgil,M.(2006).Batı’nın Dayattığı Eğitim Sisteminin Söylemi ve Kavransal Araçları
Oğuz, İ.(2009 – ( Ocak – Şubat) AKP’’nin Eğitim Yönetimi. Eleştirel Pedagoji.Yıl1/ Sayı:1, S, 35-36
Okçabol,R.( 2011- Mart- Nisan ) 18. Milli Eğitim Şurası. Eleştirel Pedegoji. Yıl 3/ Sayı: 14, sayfa 21
Okçabol. R.(2009 - Ocak- Şubat) AKP’nin Eğitim Karnesi. Eleştirel Pedagoji. Yıl 1/ Sayı 1, Sayfa, 21
Okçabol, R.(2010- ( Temmuz – Ağustos ) Eğitimde Sapma 111.. Eleştirel Pedagoji.Yıl 2, Sayı 10, Sayfa,,19
Okça bol, R. (2011- (Kasım-Aralık9.Eğitim ve bilime Akp Saldırısı.Eleştirel Pedagoji. Yıl 3/ Sayı 1, Sayfa 21
Özmen, Ü. (2007) .Eğitimin AKP’si. Ankara :Sobil Yayıncılık
Özmen. ( 2009 – Ocak-Şubat) AKP ile Eğitim Nereye ? Yıl 1, Sayı:1, Sayfa ,33
Yıldız, N.(2008).Neoliberal Küreselleşme ve Eğitim. D.Ü Ziya Gökalp Eğitim Dergisi 11.13-32