Ortadoğunun ekseni Türkiyeye kayıyor
Arap dünyasındaki halkların anti-demokratik ülke yönetimlerine başkaldırmaları ve rejim değişikliklerine bu ülke halklarının Türkiye'den az veya çok etkilendiğine işaret etmektedir. Rejim değişikliklerinden sonra söz konusu ülkelerle daha güçlü stratejik
Prof. Dr. SÜHA BÖLÜKBAŞI
Ortadoğu Teknik Üniversitesi Öğretim Üyesi
Son yıllarda giderek artan yoğunlukta Türk dış politikasında eksen kaymasından söz edilmekte. Bu yorumun esas aldığı varsayım Ankara’nın dış politika önceliklerinin Batı ya da Avrupa Birliği (AB) ve ABD ile işbirliğine dayanan yörüngesinden çıktığıdır. Oysa sadece Ortadoğu değil, Balkanlar ve Kafkasya’da izlenen politika onyıllardır benimsenmiş olan yörüngenin daha etkin ve daha fazla kaynak kullanarak zenginleştirilmesidir. Ortadoğu’da giderek artan profili ve etkinliği Türkiye’nin Batı’ya sırtını dönmesi değil, Batı’nın olumlu yönlerini (demokrasi, insan hakları ve barış içinde birarada yaşama gibi) Ortadoğu siyasetine yansıtmasıdır. Batı’nın inkarına değil, Batı’nın olumlu ilkelerinin temel alınmasına dayalı bir sentezden söz etmek daha gerçekçidir.
İhanet paradigması sona erdi
Oysa 2000’li yıllara dek resmi tarih tezi, geride bıraktığımız yüzyılın hemen tamamında Arap ülkelerinin Osmanlı İmparatorluğu’nu sırtından bıçaklaması ve Ortadoğu’nun az gelişmişliğin, diktatörlüklerin ve Türk düşmanlığının yoğun olduğu bir bölge olarak tanımlaması üzerine kurulmuştu. Bu varsayımların yanına bölge halklarının Ankara’yı Batı’nın bölgedeki jandarması, İsrail’in müttefiki ve bölgenin geri kalmasının sorumlusu olarak görmesini eklemek gerekir.
Oysa bölge ülkeleri Batı’nın bazen doğrudan (1920’ler ve 1930’lardaki manda rejimleri) bazen de dolaylı kontrolünde kalmışlardı. İsrail’in kurulmasını takip eden onyıllarda ise Arap milliyetçiliği bölge yönetimlerinin Türkiye karşıtlığını azaltmamış, aksine daha da güçlendirmiştir. Soğuk Savaş yıllarında Ankara’nın NATO üyeliği ve Arap milliyetçiliğine (Nasırizm ve Baas ideolojilerine) karşıtlığı Türkiye’nin yine bölgeye düşman ve Batı’nın jandarması olarak algılanmasını sürdürmüştü.
1963/64 Kıbrıs krizinden sonra Ankara’nın bölgede sempati toplama girişimi Soğuk Savaş engeline takılmıştı. 70’li yıllarda Arap petro-dolarları, Ankara’nın ABD silah ambargosu ve yükselen sol milliyetçilik (İşçi Partisi ve Ecevit’in 1970’lerdeki söylemleri) Ortadoğu’yla daha fazla ilgilenmesine yol açacaktı. Bunun sonucunda 1969’da İslam Konferansı Örgütü’ne katılma (hala daha TBMM tarafından örgütün kuruluş belgesi oylanmamışsa da) ve 1974’te Arap ülkeleriyle birlikte FKÖ’yü Filistinlilerin temsilcisi olarak kabul etmek gelecekti.
Bu eğilimler sınırdaş Suriye ve Irak’la ikili sorunların ortadan kalkmasına yol açmamıştır. 1980’li yıllarda GAP nedeniyle ilişkiler bozulurken Ankara PKK’nın Suriye ve Irak’ta konuşlanmasına engel olamamış GAP’ın özellikle Suriye ile PKK konusunda pazarlıklara neden olmasına yol açmıştı. Öcalan’ın Suriye’yi terk etmesi ancak Ankara’nın savaş tehdidi sayesinde elde edilebilmişti. 1990’lı yılların sonlarında İsrail ile stratejik ortaklık zirveye çıkmış, İsrail hava kuvvetleri manevra kabiliyetini artırmak için Türkiye hava sahasını kullanma imkanına kavuşmuştu.
2000’li yıllarda Türkiye’nin bölgedeki profili radikal bir şekilde değişti. Değişikliğin ilk adımları İsmail Cem’in Suriye’yle barış girişimiyle atılmışsa da, AKP devrinde çok daha radikal adımlarla geçmişteki Türk-Arap ve Türk-Fars soğukluğu yerini işbirliğine ve bazı alanlarda entegrasyona bırakmıştır. Bir zamanlar düşmanlıkla nitelendirilen ilişkiler radikal bir değişiklik geçirmiştir. Bu dönüşümün başlangıcı TBMM’nin 1 Mart 2003’te ABD askeri güçlerinin kuzey Irak’a ulaşımı ve savaşa katılımın reddedilmesiyle başlamıştı. Yine de 2007’lere kadar Ankara ile kuzey Irak yönetimi arasında soğukluk yaşanmışsa da (Sezer’in cumhurbaşkanlığı döneminde) son yıllarda Kuzey Irak yönetimi başkenti Erbil’e konsolos atanmasıyla “sıfır sorun” sloganı hayata geçirilmiştir.
Başbakan Erdoğan her ne kadar 2005’lere kadar Brüksel’e sıkça uğrasa da, son yıllarda ağırlık Ortadoğu ülkeleriyle yakınlaşma, karşılıklı olarak vizelerin kaldırılması, ticaret hacminin hızla (ve Türkiye lehine) artmasına verilmiştir. Bu eğilim bir zamanlar Ankara’nın ciddi baş ağrıları olan komşu Irak, Suriye ve İran’ın da ihtiyaçlarını karşıladığı için olumlu sonuçlara yol açmıştır. Benzer adımlar Rusya ve diğer ülkelerle de atılmıştır. Konu Ortadoğu olduğu için bunu sadece zikretmekle yetiniyorum.
Barışçı, açık ve kararlı bir üslup
Dış politikanın son yıllardaki üslubunun mimarı Dışişleri Bakanı Davutoğlu ülkenin Balkanlar, Kafkasya, Karadeniz, Akdeniz, Ortadoğu, Basra Körfezi ve Kuzey Afrika’nın kesiştiği yerde olmasının inisiyatif alan (proaktif) ve onyıllardır kabuğundan çıkmayan niteliğini geride bırakabilecek kapasitede bir aktör olduğunu düşünmektedir. Dış dünya denince Türkiye’nin istikrarsızlığını isteyen komşuları ve istikrarın ancak NATO şemsiyesiyle sağlanabileceği anlaşılırken, son yıllarda aynı komşuların istikrar unsurları olabileceği gündeme gelmiştir.
Bu gelişmede Ankara’nın ısrarlı faaliyetleri yanında bölge ülkelerinin Ankara’ya daha olumlu yaklaşmalarına katkıda bulunan faktörleri de hesaba katmalıyız. Ankara’nın refah, istikrar, kültürel yakınlık ve karşılıklı saygıya dayalı siyasetin uzun vadede AB’ye benzer bir entegrasyonu bölgede inşa etmek istemesi de bölgede genelde olumlu karşılanmıştır.
Tarihi bağlar, giderek artan ihracat rakamları ve Türkiye’nin geçmişte hiç olmadığı kadar turizm cazibesi kazanması yanında İran, Irak ve Suriye’nin dış siyasetlerinde Ankara’nın çok önemli roller oynamaya başlaması da dış politika hedeflerini daha gerçekçi yapmaya katkıda bulunmuştur. İran’ın nükleer faaliyetlerinin ABD ve AB’yi memnun edecek tarzda sınırlanmasına katkıda bulunmayı istemesini, Irak’ta istikrarın Sünni, Şii ve Kürt unsurların barış içinde bir arada yaşaması için faaliyette bulunmasını, Suriye ile geçmişteki karanlık dönemi geride bırakarak sınırların önemini yitirecek tarzda ekonomik entegrasyonu hedeflemesini, Ankara’nın son yıllardaki başarı hanesine yazmak mümkündür.
Kendini ve bölgesini düşünen ülke
Bu gelişmeler AKP yönetiminin ilk yıllarında AB üyeliğine verdiği önemle ve Ankara-Washington askeri işbirliğiyle çakışıyor gibi görünse de Ankara’nın özellikle bu ilişkileri baltaladığı söylenemez. Washington’la ilişkiler TBMM’nin Mart 2003 kararıyla Irak işgaline katılmamasıyla sekteye uğrarken, AB ile ilişkiler Ankara’nın bütün gayretiyle Annan Planı’nın KKTC halkınca kabulüne katkıda bulunmasına rağmen Güney Kıbrıs’ın tek başına AB üyesi olması ve AB’nin karar alma sürecinde veto yetkisini kullanmasıyla ağır darbe yemiştir. Buna rağmen hükümet yetkilileri, Davutoğlu başta olmak üzere, Ankara’nın komşularıyla ilişkilerinin gelişmesinin AB üyeliğine alternatif olarak düşünülmemesi gerektiğini yinelemişlerdir. Uzun vadede Türkiye’nin bölgesinde ağırlık merkezi olması muhtemel AB üyeliğinin değerini hem AB hem de Ankara açısından artıracaktır.
Ankara’nın çevre bölgelerin adeta kesişme noktasında olması eskinin tek yönlü ve Batı’yla askeri ittifaka dayalı politikasının reddine katkıda bulunmuştur. Bunda etken unsur bölge ülkelerinin Ankara’ya - eskiye oranla - çok daha sıcak bakmaları yanında Türkiye’nin sadece stratejik konumunu değil, işbirliğine ve entegrasyona açık olan yüzünü görmeleri büyük rol oynamıştır. Bu eğilimde ülkenin hem bölge ülkelerinin istikrarına katkısı hem de petrol ve doğal gaz hatlarının buluşma noktasında olması etkili olmaktadır. Genç nüfusu, demokrasi deneyimi, güçlenen ekonomisi ve sivil toplum örgütlerinin görece etkin olmaları ülkenin cazibe merkezi olmasını sağlamaya başlamıştır.
İsrail’e ‘one minute’ ayarı
Hükümetin bölgedeki aktif siyaseti zaman zaman eleştiri konusu da olmuştur. Bölge ülkelerinin hemen hemen tamamının tek parti/tek lider geleneğine sahip olmaları ilişkilerin kaygan bir zemine oturduğu ve bu nedenle Ankara’nın Batı’ya yakın muhataplarının diktatör liderlerinin aniden yön değiştirebileceği kaygısını da birlikte getirmiştir. Bu kaygı özellikle ‘ılımlı’ tek lider yönetimlerinin (Mısır, Ürdün, Suudi Arabistan) Ankara’ya Suriye, Iran ve Irak kadar yakınlık göstermemeleriyle belirginleşmişti. İlişkiler ağının bir diğer yönü de Ankara’nın İsrail’i giderek artan bir şekilde tedirgin etmeye başlamasıydı. Şubat 2006’da Hamas lideri Halid Meşal’in Ankara ziyareti, Ankara’nın Aralık 2008’de başlayan Dökme Kurşun Harekatı’nı sert bir üslupla lanetlemesi, 30 Ocak 2009’da Erdoğan’ın Davos’ta “one minute” çıkışı, İsrail’in 31 Mayıs 2010’da Mavi Marmara’ya saldırması ve alçak koltuk krizi ilişkilerin dondurulmasına yol açmıştı.
Ankara’yı eleştiren AB ve ABD yönetimleri Türkiye’nin Suriye-İsrail görüşmelerinde arabuluculuk yaptığını, Brezilya ile birlikte İran’ın nükleer programının Batı’ya makul gelmesi çabalarını gözardı ediyorlar. Bu fikir ayrılıklarına rağmen Türkiye’nin ihracatının yarısının Avrupa’ya gitmesi, dış ülke yatırımlarının üçte ikisinin yine Avrupa’dan gelmesi ve Avrupa’da 3 milyon civarında Türk’ün yaşaması ve çalışması Ankara için Avrupa’nın önemini gösteriyor.
Bu rakamları Ortadoğu ve Kuzey Afrika rakamlarıyla karşılaştırınca Batı’nın bütün olumsuz tavrına (Almanya ve Fransa başta olmak üzere) rağmen Ankara için birincil önemi haiz olması ortaya çıkmakta. Uzun vadede de bu eğilimin sürmesi doğal olacaktır. Türkiye’nin komşularıyla vizeleri kaldırması, ortak yatırımlar ve bölgeyle turizm patlaması Batı’nın (özellikle AB) da işine yarayacak, Türkiye’nin AB üyeliğinin AB’nin Ortadoğu’yla çok daha yoğun ilişkiler kurmasını sağlayacaktır. Kısacası, Ankara’nın bölgede aktif rol oynaması AB ve hatta ABD için olumsuz olması bir yana, Batı değerlerinin bölge ülkelerinde daha fazla benimsenmesine, Doğu ve Batı arasında tedrici de olsa ekonomik entegrasyona kapıları açacaktır.
Son aylarda geniş halk kitlelerinin anti-demokratik ülke yönetimlerine başkaldırmaları rejim değişikliklerine yol açsa da bu, yeni rejimlerin ve potansiyel demokratik gelişmelerin Türkiye’den az veya çok etkilendiğine işaret etmektedir. Rejim değişiklikleri Ankara’yı dışlamak bir yana stratejik ortaklığa daha olumlu bakılmasına katkıda bulunacaktır. Halk ayaklanmaları hala devam ettiği için ortaya çıkacak siyasi coğrafyayı bir süre sonra irdelemek daha anlamlı olacaktır.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.