Etnik kimlik bilinci ve tek vatan tercihi

Etnik kimlik bilinci ve tek vatan tercihi

Ortadaki manzara, Kürt meselesinde bir zihin bulanıklığının varlığını gösteriyor. Algı farklılığı mıdır bu sadece? Kanıksanmışlık mıdır? Ön yargı mı? Korku mu? İletişimsizlik mi?

Bu haftaki yazının konusu üzerinde düşünürken eski bir öğrencimizin ziyaretiyle oluşan sohbet ve fikir alışverişi esnasında, konuştuğumuz kişinin zahiren birbiriyle çelişen ama esasta öyle olmayan iki boyutlu tercihi, o anda yazının içeriğinin şekillenmesine vesile oldu zihnimde. Öğrencimiz Batman’lıdır ve Kürt kimliğiyle “var olmayı” önemsiyor. Ama bağımsız bir Kürt devletinin vatandaşı olarak değil. Belki yalnızca yerel yönetimler aracılığıyla bölge halkının dili ve yer isimleri gözetilerek tesis edilecek bir idarî kolaylıktır arzu edilen. Söyleşiden çıkardığım sonuç, bu.

      Ne var ki, gerek bu söyleşi gerekse gözlemlediğimiz başka bazı talep ve düşüncelerin yansıttığı manzara, Kürt meselesinde bir zihin bulanıklığının varlığını gösteriyor. Algı farklılığı mıdır bu sadece? Kanıksanmışlık mıdır? Ön yargı mı? Korku mu? İletişimsizlik mi?.. Ne derseniz deyin, hem Kürtler arasında hem de genel Türkiye kamuoyunda Kürt meselesiyle ilgili bir algı ve bilgi karışıklığı hâkim.

      Birbirimizi ne kadar anlıyoruz? Örneğin kendini Kürt olarak tanımlayan bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının bu devletin adına (Türkiye) herhangi bir itirazının olup olmayacağı sorulduğunda,  eski öğrencimiz,  gülümseyerek, mütereddit bir ifadeyle, “Anadolu Cumhuriyeti olabilir”, tarzında bir öneri getirdi. Çünkü daha önceki bir yazıda ifade ettiğimiz gibi, Kürt kimliği vurgusunun doğal sonucuydu Türkiye adının da değişmesi. Bir mantık sürekliliğinin gereğiydi bu.

     Ama öğrencimiz bu mantıkta ısrar etmekten yana değildi. Esasen, bir devletin aynı siyasî ve medenî haklara sahip eşit yurttaşları olmak varken, niçin başka maceralar peşinde koşulmalıydı ki?...Ancak, bir sorun vardı hâlâ: Yok sayılmışlık… Dilin ve etnik kimliğin sosyal hayatta görünür ve kabul edilir olması isteniyordu. BDP ve PKK zorlaması olmasa bile bu anlamda Kürt kimlik duygusunun/biz hissinin tezahürü, bir gereksinim olarak görülüyor bölgede. Özellikle bu seçim sürecinde doğrudan veya dolaylı edindiğimiz bilgi ve gözlemle şunu söyleyebiliriz ki, bir dalga önüne katmış götürüyor Kürt vatandaşlarımızın belirli bir kısmını. Buna direnecek ne güçleri var, aslına bakılırsa, ne de istekleri.

       Gel gör ki, bu yol güllük gülistanlık da değil. Birbirine ters düşen iki yönü var. Birinde uzun yılların oluşturduğu (Kürt kavramının ve dilinin yasaklanmışlığından doğan) bir bastırılmışlık hissi ve AB müzakere sürecinde bunun ( diğer dış faktörleri saymasak bile) tahrik ve teşvik ettiği bir kendini tanımlama istenci… Diğerinde ise,  her şeye rağmen halkın  (Türk milleti olarak) bin yıllık birlikteliğiyle meydana gelen doku özdeşliği ve siyam ikizleri olma durumu. İşte bu gerçeklikten dolayı acı veriyor son zamanlardaki Kürt sorunu tartışmaları. Herkese acı verir bu.

       Ama diğer yandan, özellikle Kürtler açısından bakıldığında, bu gelişme en azından sorunun gündeme getirilmiş olması, tartışılıyor olması bakımından umut verici görülüyor. Keşke bu ülkede Kürtler, Türkler gibi ayrıştırıcı tabirleri kullanmak zorunda kalmasaydık… İnsan hakları temelinde her vatandaşın eşit medenî ve kültürel haklara sahip birer insan olarak önemini ve işlevini idrak edebilseydik…O zaman ne Kürt Kürtlüğünü öne çıkarmak isterdi, ne de Türk Türklüğünü. Tabii ki diğer etnik unsurlar için de geçerli bu.

       Hayıflanmaya gerek yok. Sorunlar mutlaka olacaktır. İnsan, her ne görevi olursa olsun, kendi konumu ve işi çerçevesinde bu sorunlarla yüzleşmek ve onlara çözüm üretmek durumundadır. Siyaset de bunun içindir, bilim de.

       Ortada bir sorun var

       Önce anlamak durumundayız. Meselenin ne olduğunu, sebebini anlamak.  Sorunu, o arada Kürtleri de bu yaklaşımla anlamaya çalışmak… Bu, her talebi kabul etmek demek değildir. Zaten, yukarıda değindiğimiz gibi, Türkiye’de homojen bir Kürt talebi söz konusu değil. Bu konuda net ve yeknesak bir Kürt görüşü ile karşılaşmıyoruz. Kendilerini siyasî Kürtçü olarak görenlerde bile zikzaklı talep ve görüşler hâkim. Bunların derdinin Kürt derdi olduğunu düşünmek de safdillik olur.

       Bütün bunlar bir yana, ortada halledilmesi gereken bir sorun olduğu konusunda, öyle zannediyoruz ki, genel bir kanaat mevcut Türkiye’de. Sosyal bilimler için veri elde etmeye yönelik bir laboratuar hükmünde olan tarihe baktığımızda, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti dönemlerinde otuz kadar Kürt isyanının olduğu görülür. Demek ki meselenin tarihsel kökleri var, bu da dikkate alınmalı.

       Gerçi burada bir ayırım yapmak gerekebilir, çünkü “Kürt isyanı”  olarak görülen her olayın Kürtlük ile bağlantısı olmayabiliyor. Örneğin devleti temsil eden bir görevlinin bireysel hatası ya da köy korucularının davranışları ve buna karşı gösterilen tepki, yukarıdaki anlamda bir Kürt isyanı sayılmaz. Bunlar uygulamadaki aksaklıklardır. Ne ki, “sinek küçüktür ama mide bulandırır”, bu türden olaylar da bölgede devlet ile halk arasında kopukluk meydana getirir. Bunun da ötesinde, yanlış imajlar oluşturur. Bundan dolayı uygulama ve denetim iyi yapılmak zorunda.

        İnsan faktörü

        İnsan faktörü önemli. Bu hususu iki örnekle açıklayalım. Başbakan Erdoğan her fırsatta dile getiriyor, “bir Kürt anne cezaevindeki oğluyla konuşamıyordu, yasaktı; biz bunu çözdük, şimdi anneler Kürtçe konuşabiliyor”, diyor. Doğru. Ama daha yenilerde bir annenin cezaevinde yatan oğluyla Kürtçe konuşmasına (Türkçe bilmiyor) izin verilmediğinin tanıkları var. Yasaların uygulanmasına yönelik denetim bu yüzden önemli.

       İkinci örnek hâlen devam eden Sason’daki köy korucularının keyfî öldürme ve yaralama fiiliyle ilgili. Batman’lı öğrencimizin aktardığına göre, yöre halkı şikâyetçi de olamıyor, çünkü korkuyor. Bir yanda PKK baskısı, diğer yanda güya devlet adına görev yapan korucuların taşkınlığı… Gerçekte, Kürt Kürdü öldürüyor… Ama sonuçta, ne yazık ki, devletin de ihmalinden dolayı bir Kürt Sorunu ortaya çıkıyor. Yirmi yaşında bir Kürt genci askerlik görevini yapmak üzere kışlaya geldiğinde Türkçe konuşamıyorsa (ki biz buna tanık olduk), bu, devletin vatandaşa eğitim hizmetini götürmediğini gösterir. Terörist buna engel olmuşsa, onu da etkisiz hâle getirmek devletin görevidir.

      Bu nasıl olacak?

      İnsan haklarına riayet eden demokratik bir sosyal hukuk devletinde bunun yolu bellidir. Yaklaşık on yıldır bu yönde bir dönüşüm de söz konusudur.  Geçmiş, geçmiştir. Şimdi 12 Haziran seçiminden sonra yeni kurulacak hükümet ve parlamento bu konuya duyarlı olmak zorundadır. Bugün artık şu belirgin biçimde görülmektedir ki, Kürt sorunu sadece bir terör sorunu ya da ekonomik mağduriyet olarak algılanmıyor. Siyasal ve sosyal yönleri olan bir sorunla karşılaşıyoruz bugün. Bilinçli ya da bilinçsiz, gündemde bir temsil ve tanınma/kabul görme istenci mevcut. Bunun Kürtlerin tamamında olduğunu söyleyemeyiz, çoğunluk böyle bir tanınma peşinde değil. Bununla beraber, Doğu ve Güneydoğu kentlerinde BDP’ye belirgin bir yönelim olacağı görülüyor. Buradaki irade, aslına bakılırsa, parçalanmış bir iradedir; bireysel olmaktan çok, toplumsal bir irade oluşumu dikkat çekicidir. Eskiden devlet tarafından kısıtlanan bazı hak ve özgürlükler, şimdi örgüt tarafından manipüle edilmekte, halkın özgür iradesine hükmedilmektedir. Yanılgı burada.

       Çözüm yolu

       Demokrasi ile eşitler arasında eşitliği öngören, ayrımcılık yapmayan, bir etnik unsura özel bir vurguya da tevessül etmeyen bir anayasal sistemin yerleşmesi için seçim ertesinde tüm siyasal partilere görev düşüyor. Sorunun çözümü ancak bu yolla mümkün.

      Başımızı ülke içi didişmelerden kaldırıp biraz da dünyaya bakalım. London School of Economics, “Türkiye'nin Küresel Stratejisi" adlı raporunda, bölgesinde “nüfuzu artan Türkiye'nin Arap Baharı'nda önemli bir rol oynayacağı” tahmininde bulunurken, bunu “Türkiye'nin son on yılda büyüyen ekonomik, siyasi ve kültürel gücü”ne atıfta bulunarak açıklıyor.  Türkiye medyasında da yer aldı bu. Türkiye’nin sorunlarına çözüm ararken, böylesi verilerin/tespitlerin herkese fikir verici olması lâzım.

      Yeni anayasa, hem eski olumsuz tecrübelerden ders alınarak, hem de gelişen ve büyüyen Türkiye’nin beşerî ve fizikî kaynakları iyi değerlendirilerek, siyasal ve toplumsal katılım sağlandıktan sonra yapıldığı takdirde, ülkenin gereksinimlerini karşılayacak karar ve uygulamalar için sağlam bir hukukî zemin meydana gelmiş olur. Bu büyük bir görev ve sorumluluk yüklüyor siyasî iradeye. Siyasî irade sadece hükümetten ibaret değildir. Diğer siyasal partiler de siyaset oluşturucu rolleriyle buraya dâhildir.

      Gözlemlediğimiz etnik kimlik bilincine paralel bir tek vatan tercihinin, sözünü ettiğimiz görev ve sorumluluğu ne kadar önemli kıldığını iyi anlamalıyız.

Prof. Dr. Ibrahim S. Canbolat - Haber 7
[email protected] 

haber7.com

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.