ELİF ŞAFAK'IN YENİ ROMANI
Elif Şafak'ın önemli bir bölümünü Londra'da yazdığı yeni kitabı 1 Ağustos'ta okurla buluşuyor.
Roman adını bir karakterinden alıyor: İskender. Diğer önemli karakter ise İskender’in annesi Pembe. 1970 sonlarında geçen hikaye İstanbul, Londra, Abu Dabi gibi farklı şehirlere uğruyor, okuru bu kentler ve coğrafyalar arasında geçen hüzünlü bir hikayeye ortak ediyor. Bir Kürt köyünde yaşayan Pembe evlenip önce İstanbul’a sonra Londra’ya göç ediyor. Üç çocuklu bu aile üzerinden İstanbul’da ve Londra’daki göçmenlerin hayatı üzerine önemli gözlemler de aktaran kitap bir ‘ana-oğul’ romanı olarak da, bir insanın dönüşüm hikayesi olarak da okunabilir. Kitabı en iyi anlatan cümle ise ‘En çok en sevdiklerimi incitiriz’...
Pembe 1 Aralık 1946, Fırat Nehri yakınlarında bir köy
Pembe dünyaya geldiğinde Naze o kadar üzülmüş ki yirmi saat boyunca çektiklerine ve çarşaflara bulaşan kana rağmen kalkıp gitmek istemiş. En azından o rüzgârlı günde doğum odasında bulunan herkesin istisnasız söylediğine göre.
Alıp başını kaçmak istediyse bile sonuçta hiçbir yere varamamış Naze. Odadaki kadınları ve avluda bekleyen kocasını şaşırtma pahasına yeni bir sancı dalgasıyla tekrar yatağa düşmüş. Üç dakika sonra ikinci bir bebeğin başı görünmüş. Bolca saç, kıpkırmızı bir ten, sırılsıklam ve buruşuk. Gene bir kız; bu seferki biraz daha ufak tefek.
Bu kez kaçmaya kalkışmamış Naze. Hafif bir iç geçirmeyle başını yastığa gömüp esen yelin fısıltısını duymaya çalışırcasına yüzünü pencereye dönmüş. Yeterince dikkatle dinlerse şayet, göklerden gelecek yanıtı duyabilecekmiş gibi. Ne de olsa bir nedeni, sarih bir açıklaması olmalıymış mutlaka. Yüce Yaradan neden iki kız evlat daha vermiş ki onlara? Halihazırda altı kızları varken ve hiç ama hiç oğulları olmamışken.
Böylece yeni anne susuvermiş. Koparılmış dal, söndürülmüş mum gibi. Allah bu Naze kuluna yaptığının hikmetini anlatıncaya kadar konuşmamaya ant içmiş. Uykusunda bile sımsıkı kenetli kalmış dudakları. Tam kırk gün kırk gece tek kelime dahi söylememiş. Ne kuyrukyağlı nohut pişirirken, ne altı kızını leğende tek tek yıkarken, ne otlu peynir yaparken, ne de kocası bebeklerin adını ne koymak istediğini sorduğunda. O kadar durgunmuş ki, tüm ölmüşlerinin mekânı olan ve bir gün kendisinin de gömüleceği mezarlıktan bile sessizmiş.
Yolsuz, elektriksiz, hekimsiz, mektepsiz, küçük ve ücra bir Kürt köyüymüş onlarınki. Dış dünyanın haberleri, büründükleri yalnızlık zırhını aşıp da kolay kolay ulaşamazmış. Ne İkinci Dünya Savaşı, ne atom bombası, ne İspanya’da Franco... Köylülerin bunların hiçbirinden haberleri yokmuş. Afakta, yani Fırat kıyılarının berisinde, tuhaf şeylerin döndüğünden eminlermiş. Âlemin hallerine zaten vâkıf olduklarını düşünür, bu topraklardan ötesini görmeye heves etmezlermiş. Ezelden beri süregelen ve ebediyete dek sürecek her şey zaten gözlerinin önündeymiş, şimdi ve burada. İnsana vacip olan, bir ağaç ya da kaya gibi sabit ve sağlam durmakmış. Tabii eğer şu üçünden biri değilse: geçmişini yitirmiş bir abdal, aklını yitirmiş bir aptal ya da sevdiğini yitirmiş bir mecnun.
Dervişler, aklı kıtlar ve âşıklardan gayrı kimse için şaşılası bir şey yokmuş evrende; her şey olması gerektiği gibiymiş, ne bir eksik ne bir fazla. Her şey yerli yerinde. Köyün bir köşesinde çıt çıksa anında herkes duyarmış. Sır sahibi olmak zenginlere has bir ayrıcalık iken Mala Çar Bayan (Dört Rüzgârın Evi) nam bu köyde kimse müreffeh sayılmazmış.
Köyün üç yaşlısı, kambur bedenleri ve kederli çehreleriyle bütün gün kahvede oturup ömür kadar narin, gönül gibi sırça bardaklarla çaylarını yudumlar, Allah’ın hikmetlerine ve siyasetçilerin hilelerine akıl sır erdirmeye çalışırlarmış. Naze’nin sessizlik andı uzayınca onu ziyaret etmeye karar vermişler.
“Yaptığın şey küfre girer bilesin, seni ikaz etmeye geldik” demiş birinci ihtiyar. Öyle cılızmış ki, hafifçecik bir meltem yetermiş onu devirmeye.
“Peygamberler ve evliyalardan başkasına seslenmemiş Yaradan’ın seninle konuşmasını nasıl umarsın?” demiş ikinci ihtiyar, ağzında kalan birkaç diş arasından. “Kadından peygamber olmayacağına göre...”
Üçüncü ihtiyar, ağaç dalları gibi kaskatı parmaklarını sallamış. “Sen konuşacaksın, Rab dinleyecek. Öbür türlü olmasını isteseydi seni insan değil, balık yaratırdı zaar.”
Naze yemenisinin ucuyla gözlerini silerek söylenenleri dinlemiş. Bir an için nehirde balık olarak tahayyül etmiş kendini – yüzgeçleri güneşte parıldayan, benekleri solgun halkalarla çevrelenmiş, kocaman, külrengi bir alabalık. Nereden bilebilirmiş çocuklarının ve torunlarının da çeşit çeşit balıklara bağlanacağını ve sualtı dünyasına duyulan muhabbetin sülalede kuşaktan kuşağa geçeceğini?
“Konuş!” demiş birinci yaşlı adam. “Susmak senin cinsinin tabiatına sığmaz. Meşrebine karşı çıkan, Allah’a karşı çıkar.”
Naze hiçbir şey dememiş. Muteber misafirleri gider gitmez kalkıp ikizlerin uyumakta olduğu beşiğe yaklaşmış. Ocakta yanan ateşin ışığı odaya altın sarısı bir huzme, bebeklerin tenine yumuşacık, neredeyse meleksi bir ışıltı veriyormuş. Yüreği yumuşayıvermiş. Yamacına yanaşıp boy sırasına dizilmiş olan altı kızına dönüp kısık bir sesle konuşmuş: “İsimlerini buldum bebelerin.”
“Söylesene ana!” diye bağrışmış kızlar, annelerinin sesini yeniden duymanın sevinciyle.
Naze boğazını temizleyip yenik bir sesle eklemiş: “Bununki Bext olacak, öteki Bese.”
“Bext ve Bese” diye tekrarlamış kızlar hep bir ağızdan.
“He ya.”
Naze usulca büzmüş dudaklarını; isimler ağzında keskin bir tat bırakmışçasına. Kürtçeleri Bext ve Bese, Türkçeleri Kader ve Yeter, anlamlarıysa dünya yüzünde konuşulan her dilde aynı. Böylece, her ne kadar kaderine boyun eğse de artık kız doğurmaktan canına tak ettiğini ve tekrar hamile kaldığında –ki bunun son gebeliği olacağının farkındaymış, çünkü artık kırk birindeymiş ve yaşı geçmekteymiş– ona bir oğul ve muhakkak bir oğul vermesi gerektiğini kendince anlatmış Rabbe.
O akşam babaları eve geldiğinde kızlar koşturmuş muştulamak için:
“Baba! Aney konuşuyor.”
“Baba! Aney bebelere isim koydu.”
Karısının yeniden konuşmaya başladığını duyduğuna sevinse de onun ikizlere verdiği adları duyunca yüzü kararıvermiş Berzo’nun. Başını iki yana sallayıp uzun ve sıkıntılı bir an boyunca sessizce durmuş.
“Kader ve Yeter” diye mırıldanmış. “Sen bebelere isim vermemişsin ki. Göklere mektup yazmışsın.”
Naze başını önüne eğmiş, yün çorabındaki delikten çıkan parmağına takılmış gözü.
“Hüsranını ilan etmişsin. Allah’ın gücüne gider valla” diye devam etmiş Berzo. “Ne lüzum var buna?”
Böyle dedikten sonra aklındaki adları açıklayıvermiş: Pembe ve Cemile. Çayda eriyen şeker küpleri gibi yumuşacık ve tatlı, her türlü sivrilikten uzak isimler.
Ne var ki Berzo’nun kararı nihai olsa da Naze’nin seçtiği isimlerden vazgeçilmemiş. Hafızalarda yer etmişler; ağaç dallarına takılı iki uçurtma gibi dolanıp kalmışlar soyağacına. Böylece ikizler çifter isimle bilinir olmuşlar: Pembe Kader ve Cemile Yeter. Gün gelip de bunlardan birinin dünyanın dört bir yanındaki gazetelerde yazılacağını kim bilebilirmiş ki o zaman?
İskender
5 Mart 1970, İstanbul
Bir bahar günü, hakkında çok şey duyduğu ama yüzünü hiç görmediği bir adamdan kaçmaya kalkıştığında yedi yaşında bile değildi İskender. Adam düşündüğünden farklıydı farklı olmasına da, daha az ürkütücü değildi. Burun ucunda duran kalın çerçeveli gözlüğü, dudaklarının arasında yanmayan bir sigara ve içinde keskin aletler ile kurbanlarından topladığı deri parçalarını koyduğu rivayet edilen siyah bir çantası vardı.
Onu görmesiyle korkudan dizlerinin bağının çözülmesi bir oldu İskender’in. Elindeki kızılcık şerbeti dökülüp al lekeler bıraktı ak gömleğinde; kar üstünde kan damlaları gibi. Lekeleri önce eliyle, sonra pelerininin ucuyla silmeye kalkıştı. Ama nafile. Kıyafeti mahvolmuştu.
Öyle de olsa, uzun gümüşi pelerini, parlak taşlarla süslü şapkası ve elindeki göz kamaştırıcı asasıyla gene de bir prensti. Tüm öğleden sonra, topraklarını denetleyen bir asilzade edasıyla yüksekçe bir sandalyede oturmuştu – gerçi yaşına göre boyu az biraz kısa olduğundan bütün sandalyeler yüksek geliyordu ya. Sol tarafında ondan yaşça büyük, boyca uzun ama benzer giyimli dört oğlan vardı. Kavgada rakibini tartarcasına tepeden tırnağa her birinin giysisini incelemiş ve hiçbirinin kendisininki kadar göz alıcı olmadığına karar vermişti İskender.
Diğer prensler ağızlarına akide şekerleri doldurup kaba saba şakalar yaparken İskender bacaklarını sallayarak bekledi. Başlarına ne geleceğini bile bile nasıl böyle umursamazca davranabildiklerini aklı almıyordu. Endişe ile göz gezdirdi etrafa. Odayı dolduran o kadar insandan hiçbirinin, hatta annesinin bile onu kurtarmayacağından adı gibi emindi. Bilhassa annesinin. Bütün sabah ağlayarak oğlunun gerçek bir erkek olmasından gurur duyduğunu söylemişti. Bir parçasını bıçağa kaptırmakla nasıl erkek olabileceğine aklı ermiyordu İskender’in. İçinden çıkılmaz bir bilmeceydi. Azalarak artıyor, eksilerek büyüyordun. Zihninin almadığı bir diğer husus, canının yanacağı besbelliyken neden herkesin ona sakın ola ağlamamasını söylediğiydi – oysa annesi istediği kadar gözyaşı dökebilirdi, hem de ona hiçbir şey olmayacağı gün gibi ortadayken.
Yan gözle siyah çantalı sünnetçiyi izleyen İskender, adamın sol yanağından çenesine dek uzanan bir yara izi olduğunu fark etti. Belki de sünnet ettiği oğlanlardan biri yapmıştı bunu. Bir an için, operasyon esnasında kendisini tutan ellerden kurtulup bıçağı kaptığı gibi adamın sağ yanağını yardığını hayal etti. Önce kendini kurtarırdı, sonra diğer oğlanları. Hep birlikte zafer naralarıyla kapıya koşup ortadan kaybolabilirlerdi. Ama hayali uzun sürmedi. Tekrar gözünü açtığında odayı olduğu gibi buldu – kör bir hafız Kuran-ı Kerim okumakta, bir kadın çay ve bademezmesi ikram etmekte, misafirler kendi aralarında kısık sesle konuşmakta ve o en korktuğu an giderek yaklaşmaktaydı.
İskender yavaşça sandalyeden aşağı kaydı. Ayakları halıya değince soluğunu tuttu; birisinin çıkıp da nereye gittiğini sormasını bekledi. Ama baktı ki kimse durdurmuyor, parmak uçlarına basarak köşeye yerleştirilmiş iki kişilik yatağın yanından geçti – ferforje başlı karyola, işlemeli yastıklarla, nazarlıklarla ve çini mavisi saten bir yatak örtüsüyle donatılmıştı. İskender’in en sevdiği renkti mavi. Oğlan çocuklarının rengiydi, keza gökyüzünün de. Nehirler ve göllerin de. Ve henüz görmediği okyanusların...
Her adımda biraz daha hafifleyip cesaretlenerek arka kapıdan dışarı süzüldü. Bahçeye çıkar çıkmaz, yayından kurtulmuş ok gibi atıldı; koşmaya başladı. Kuyunun etrafından dolanırken hızlandı; yoldan aşağıya seyirtip komşu evlerin önünden ıslık gibi geçerek tepeye doğru sardırdı. Giysisi kirlenmişti ama umurunda değildi. Artık önemi kalmamıştı. Geri dönmeye niyeti yoktu. Siyah çantalı adam çok istiyorsa buyursun, başka oğlanları sünnet etsindi.
Annesi Pembe’nin ellerini düşünmeye çalıştı – kestane rengi, dalgalı saçlarını tarayışını, toprak kaplara yoğurt çalışını, hamurdan hayvan şekilleri yapışını. Meşeye ulaşana dek başka bir şey düşünmedi.
Kökleri dört yana varan, dalları bulut kümelerine uzanan yaşlıca bir ağaçtı bu. Soluk soluğa tırmanmaya başladı; hızlı ve azimliydi. Kayan elleri yüzünden iki kez düşecek gibi olduysa da toparlanıp dengesini sağlayabildi. Daha önce hiç bu kadar yükseğe tırmanmamıştı; etrafta başarısını görecek kimse olmamasına hayıflandı. Bu yükseklikten gökyüzü öyle yakın görünüyordu ki elini uzatsa adeta dokunabilecekti. O bulut örtüsünün altında kendinden hoşnut ve mağrur oturdu – ta ki aşağıya nasıl ineceğini bilmediğini idrak edene dek.
Radikal
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.